7 Kasım 2012 Çarşamba

Emre Uslu’nun Kadiri Mutlak “Network”u


Bölgeden her gün yeni çatışma ve ölüm haberleri almayı sürdürüyoruz. Artık “düşük yoğunluklu” olmaktan hayli uzak olan savaşın son birkaç aylık bilançosu çıkarıldığında durumun vahameti de anlaşılıyor. İktidarın elinde meseleye dair ciddi hiçbir formülün kalmamış olması, ana muhalefet partisinin yolunu şaşırmış görüntüsü ve BDP’nin dokunulmazlıkların kaldırılması tehdidi ile sindirilmeye çalışıldığı bu dönem, belli ki öncekilerden daha farklı gelişmelere gebe. PKK’nin yeni savaş konseptine karşılık Genelkurmay da “yeni” askeri yöntemler geliştirmekte ve medya bu “yeni” yöntemlere dair güzellemeler yapmayı sürdürüyor.
Beri yandan Kürtlerin talep ettiği demokratik hakların teslim edilmesi, sorunun çözümü için tarafların yeniden müzakere sürecini başlatması konularında tartışmalar, gittikçe kısırlaşan bir alana çekiliyor ve siyaset alanı daraltıldıkça savaş çığırtkanlığı yapan çevrelerin eli de buna mukabil güçleniyor.
Meselenin daha “profesyonel” askeri yöntemlerle hallini savunanlardan biri de Emre Uslu. Uslu son günlerde diline pelesenk ettiği “network” kavramı üzerinden sorunu “analiz” ediyor ve ülkeyi yönetenlerin bu çerçevede politikalar üretmesini salık veriyor. Kendisine göre, PKK’nin bölgedeki gücünü azaltmanın ve örgütü bitirmenin yolu, örgütün dağ kadrosuna eleman yetiştirdiğini iddia ettiği “network”lerin ortadan kaldırılmasından geçiyor. Bunun için gazete köşesinden ve televizyon ekranlarından BDP’yi ve onun yereldeki tüm örgütlenmelerini hedef göstermekten imtina etmiyor. Daha ötede, Kürtlere ve Kürt hareketine yönelik bir rehin alma operasyonuna dönen KCK operasyonlarının yeniden ve daha kapsamlı olarak gerçekleştirilmesini salık veriyor. Böyle olunca Uslu’ya göre dağa çıkışın önü kesilmiş ve örgütün kitlelerle bağı da kopartılmış olacak. Sorunun çözümü için demokratikleşme adımlarının daha ciddi biçimde atılması ve Kürtlerin haklarının anayasal güvenceye alınmasının başlıca yol olduğu konusunda, kendisine aynı gazeteden yanıt veren Vahap Coşkun’un aksine Uslu, demokratikleşmeden ancak PKK’nin güçlenerek çıkacağını savunuyor.
Yüzyıllara yayılan bir tarihsel ve toplumsal arka plana sahip Kürt meselesine getirdiği bu“dahiyane” sosyo-politik açılım için evvela Emre Uslu’yu tebrik etmek gerekiyor. Lakin artık akıl tutulmasının çok ötesinde patolojik bir hal almış olan bu yaklaşıma dair birkaç kelam etmek elzem görünmekte.
Her şeyden önce Uslu’nun “network” olarak tanımladığı olgunun sosyal bir ilişki ağının çok ötesinde, bir halkın en temel hak taleplerine karşı sürdürülen inkârın, -son düzenlemelerle aksi iddia edilse de- daha da derinleşen asimilasyon politikalarının ve son kertede imhacı anlayışın karşısındaki otuz yıllık bir isyanı “network”leri keserek ortadan kaldıracağı düşüncesi ham hayal değil, körlük işareti olarak orta yerde duruyor. Bunu söylerken, 1990’lı yıllarda sıkça denenmiş bir kontrgerilla taktiği olan “denizi kurutma” adına işlenen faili meçhul cinayetleri, köy boşaltmaları, katliamları da meşrulaştırmaktan çekinmiyor. Benzer biçimde binlerce Kürt siyasetçisinin, seçilmiş yöneticilerin, legal parti çalışanlarının derdest edilişini de aleni olarak destekliyor ve hatta “yetmez, daha fazla operasyon” diyerek mevcut savaşçı zihniyeti körüklemekten geri durmuyor.
Hatırlatalım; ne 90’lı yıllarda ve ne de son dönemde Kürt hareketini marjinalleştirmeye ve siyaseti kriminalize etmeye galebe çalan malum operasyonlar ve tutuklama furyaları zerre kadar başarılı olmamıştır. Baskı ve zor uygulamalarının en yoğun olduğu dönemlerde ve yerlerde karşı direniş daha da güçlenmiş, Kürt hareketi daha da etkin hale gelmiştir. Eğer derdiniz Kürt gençlerinin dağa çıkışını önlemekse, bunu o gençleri tutuklayarak önleyeceğini düşünmek ya kara cehalete ya da savaş rantçılığına işaret eder. Nitekim kamuoyunda “taş atan çocuklar” olarak tanımlanan Kürt çocuklarının önemli bir kısmının gördükleri şiddet ve cezai süreçlerden sonra yönlerini dağa çevirdikleri bilinmeyen bir gerçek değil.
Uslu kendi “önermesi”ni İskandinav ülkelerinde PKK’nin güçlü oluşu üzerinden destekliyor. Ona göre Kürtlerin demokratik haklarını en fazla kullandıkları ülkelerde PKK diğer yerlere nazaran daha etkin ve güçlü. Bu çıkarımdan hareketle, demokratik ülkelerde örgütün güçlü oluşunu, o ülkelerin yurttaşlarına sunduğu ileri haklarda aramakta, demokratik ülkelerde etkin biçimde çalışan “toplumsal networkler” üzerinden PKK’nin güçlendiğini iddia ediyor. Özcesi Uslu, daha fazla baskı, daha çok gözaltı, tutuklama ve askeri operasyonlar yaparak Kürt sorununu çözeceği hayalleriyle yaşıyor ve bu malumatı bir kadiri mutlak olarak topluma ifşa ediyor. Yanıldığını anlamak içinse ne yazık ki daha çok Türk ve Kürt gencinin öleceği bir süreci öngörmek gerekiyor.
Kürt sorunu en başta bir demokratikleşme sorunudur. Dolayısıyla demokrasiyi sorunun çözümü önünde engel olarak görmek, yanlıştan öte anlamlar içeriyor. Sorunun çözümünde başlıca muhatap ise kuşku yok ki PKK ve legal Kürt muhalefetidir. Bunları dışlayan sayısız çözüm metodu tarihin çöplüğündeki yerini almışken, bu dönemde sivil siyasetin ve demokratik mücadelenin önünü kesmeye yönelen öneriler geliştirmek ancak kan dökülmesinin devamına hizmet edecektir. PKK ile legal Kürt siyaseti en nihayetinde aynı saiklerden kaynağını almakta ve aynı toplumsal zeminden beslenmektedir.  Bunları ne birbiriyle aynı kefeye yerleştirmek ve ne de birbirinin karşısına koymaya çalışarak meseleye yaklaşmak gerçekçidir. Yapılması gereken, her ikisini de meşru muhataplar olarak görerek müzakere sürecine başlamak ve demokratik bir anayasa etrafında halkların kardeşçe yaşayacağı bir ülke tahayyülü için çaba sahibi olmaktır.
Emre Uslu’nun teorik olarak sakat ve sosyo-politik öngörü bağlamında oldukça tehlikeli yaklaşımı ise Kürtlere dönük daha fazla baskıyı ve zoru öngörmekte, yeni Roboski’lere cevaz vermekte ve son tahlilde Türkiye için 90’ları mumla arayacağımız bir ülkenin fotoğrafını çekmektedir. 

-Yazı 12.10.2012 tarihli Özgür Gündem Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

TÜRK SİYASAL İSLAMCILIĞININ VE İSLAMCI CEMAATLERİN KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMI


TÜRK SİYASAL İSLAMCILIĞININ VE İSLAMCI CEMAATLERİN KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMI



TÜRKİYE’DE SİYASAL İSLAMIN TARİHSEL ARKA PLANI
1-ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ
Türkiye’de din ile devlet ilişkisi Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne değin tartışılagelen başlıca konulardan biridir. Osmanlı imparatorluğunun mirası üzerinden şekillenen cumhuriyet, izlediği laikleştirme projesiyle ülkede dini devletleştirmiş ve bunun dışındaki tüm dinsel yapılanmalara yasaklamalar getirmiştir. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, Arap alfabesinin kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığının kurularak dini tüm kurumların buraya bağlanarak bizzat devlet tarafından üstlenilmesi gibi uygulamalar, günümüze değin sürecek olan sancılı bir dönemin başlangıcı oluştur.
19. yüzyıla girerken dağılmayla yüz yüze kalan  Osmanlı’yı  kurtarmak için Osmanlıcılık etkili olmayınca bu kez de Ümmetçilik düşüncesi etrafında ülkenin Müslüman halklarını dinsel temelde bir arada tutmak amaçlanmıştı. Ancak Arap ülkelerinde gelişme gösteren milliyetçiliği, Kürt bölgelerindeki milliyetçi öğeler içeren isyanlar, bu projenin de başarısızlığına yol açmıştı. Özellikle bu dönemde din Osmanlı toplumlarını bir arada tutmak için dayanılan başlıca unsurdu ancak Fransız burjuva devriminin ardından her yana sirayet eden milliyetçilik dalgası, bölgede de etkinlik kazanmış ve bunun sonuçları da kısa süre içinde kendini göstermişti. Aynı etkinin bir yansıması olarak Türkçülük akımı da önce aydınlar ve ardından sivil-askeri bürokratlar arasında kabul görmeye başlamıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti bu temelde orduda, bürokraside etkinlik kazanarak, sonrasında M. Kemal   öncülüğündeki ihtilali gerçekleştirmiştir.Cumhuriyet dönemi ile Osmanlı dönemini değerlendiren Naci Kutlay’ın ifadesi iki dönem bağlamında İslam’ın yerini ortaya koymaktadır: “Tanzimat İslamcılığı Osmanlıcı, Cumhuriyet İslamcılığı da Türk milliyetçisidir.(Kutlay, 2005, 2003)          
Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’li yıllardaki DP iktidarına kadarki dönemde daha önce söz edilen yasakçı ve baskıcı uygulamalar İslamcı yapılanmaların yeraltına çekilmesine yol açsa da, etkinlikleri ve örgütlülükleri bağlamında onları geriletmeyi başardığı da söylenemez. Özellikle Nakşibendi cemaatleri gerek kırsal olarak tabir edilen köy ve kasabalarda, gerekse şehirlerde kendilerini bir biçimde idame ettirmişlerdir.
           

2-1950 SONRASI DÖNEM
1950’li yıllardan itibaren devletin dine yaklaşımında farklılıklar ortaya çıktı. CHP’nin Kemalist elitlere ve orduya dayalı politikalarının yerini, komprador ağaların ve taşranın temsilcisi durumundaki DP politikaları aldı. Bu dönemden sonra İslamcı tarikat ve cemaatler daha görünür bir zeminde örgütlenmeye ve faaliyetlerini sürdürmeye başladılar. Önceki dönemde uygulanan yasalarda esnetilerek ve defacto olarak dinsel yapılanmaların kendilerini kolaylıkla toplum içerisinde sürdürmeleri sağlanmıştır. Bu dönemden sonraki siyasal İslam-cumhuriyet ilişkileri gerilimli olmaktan çıkarak birbiriyle etkileşim içerisinde olan bir ilişkilenme biçimine bürünecektir. “Siyasal İslam’ın cumhuriyetle ilişkileri çok sancılı olsa da çok trajik değil. İkisi arasında Şerif Mardin’in söylediği gibi bir çatışma değil, bir karşılaşma ve birbirini değiştirme dönüştürme var.” (Miroğlu,2008, 126) 1960’daki askeri darbe ve 1971 askeri muhtıra süreçleri de söz edilen ilişkilenmede çok büyük değişiklikler yaratmayacaktır.

3-12 EYLÜL DARBESİNDEN GÜNÜMÜZE
12 Eylül, din ve devlet arasındaki ilişkiler açısından önemli bir kırılma dönemini ifade etmektedir. Darbeci generaller, ülkede yükselmekte olan  sol ve Kürt muhalefetlerine yıllarca sürecek bir baskı ve işkence süreciyle yöneldi. Bunun yanı sıra sistem, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yadsıdığı dini bu kez bir devlet politikası haline getirerek Türk-İslam sentezi olarak tanımlanan politikayı üretmeye başlamıştır. Din dersi okullarda zorunlu hale getirilmiş, ülkede yaşayan tüm azınlıklar inkar edilmiş, gayrı Müslimler, Aleviler, Kürtler yok sayılmış, İslamcı yapılanmalara geniş örgütlenme imkanları sunulmuş, tüm bunlarla ülkedeki muhalif odaklar ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. İslamcı yapılanmalar ve siyasal İslamcı partiler de bu dönemlerde sistemle uzlaşı içinde bir tavır sergileyerek, İslam ile Türk milliyetçiliği bir araya getirebilmişlerdir. Bu noktada hem siyasal İslamcı partiler hem de tarikat yapılanmaları sistem ile bütünleşerek onun birer siyasal-ideolojik uzantısı haline gelmişlerdir. İslamcı cemaatler içinde en etkin olanlardan  “Gülen cemaatinin… Kemalizm’e doğrudan meydan okumayarak reformist yollarla Kemalizm ile bir uzlaşı zemini arayan bir ideolojik hat, aslında cemaatin birçok mecrada kullana geldiği bir strateji hakkında oldukça aydınlatıcıdır.” (Ercan, 2009,113) Bu konuda hemen tüm İslamcı yapılanmaların, buna benzer bir politika güttüklerini söylemek mümkündür.

İSLAMCILARIN KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMLARI
1-GENEL YAKLAŞIM
Türkiye’de siyasal İslamcıların ve İslamcı cemaatlerin Kürt sorununa yaklaşımlarında farklılıklar ve özgünlükler olmakla beraber, baskın tutum ve algılayış “Kürtlerle din kardeşliği olduğu, yüzyıllardır kader ortaklığı yapıldığı, Kürt milliyetçiliğinin iki halkı birbirine kırdırmak için ortaya çıkarılmış bir fitne olduğu, ülkede yaşayan Kürtlerin herhangi bir baskı zorlama  ya da kıyam görmedikleri, bu iddia sahiplerinin komünistlerin, emperyalistlerin uşakları oldukları….” biçimindedir. Özellikle 1980 sonrası yıllarda sistemle bütünleşme eğilimi içinde olan İslamcılar, bu noktada sistemin eskiden beri süre gelen inkarcı politikalarını sürdürmektedirler. Kürtlerin varlığı açıkça yadsınmasa da, halk olarak kimlik temelli demokratik taleplere karşı devletin klasik retoriğini aşamamaktadırlar. Elbette bunun başlıca nedeni Türkiye İslamcılarının Türk Milliyetçiliği siyasetini gütmeleri ve bu eksende “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü”ne dair sahip oldukları inançtır. Bu konuda kimi farklı İslamcı yapılanmalardan örnekler vermek konuyu anlamada ön açıcı olacaktır.
Adıyaman Menzil’de bulunan Nakşibendi Menzil tarikatının geçmişten beri Türk milliyetçileri için kutsallık atfedilen bir yer olduğu bilinir. Kendisi de Siirtli bir Kürt olan Menzil şeyhine  Nizamı Alem’ci ve ülkücülerin  ilgileri pek çok kez basında işlenmiştir. Aynı tarikat güncel siyasetten uzak duruyormuş gibi görünmesine rağmen sağ ve milliyetçi politikacıların uğrak yerlerinden biri olmayı sürdürmektedir. Aynı şeyhin 1987 seçimi öncesi RP’yi, sonraki yıllarda ANAP’ı desteklediği ve bunu dile getirdiği bilinen bir durumdur. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ım” sözünü şiar belleyen Menzil tarikatı şeyhi M.Reşit Erol gazetecilerle görüşmesinde sürekli “devlete olan bağlılığını” (Çakır, 2002, 74)  vurgulamaktan geri durmamaktadır.
 Yine Haydar Baş’ın şeyhi olduğu Türkiye’deki en yaygın Kadiri tarikatının yayını olan Öğüt Dergisi : “… Musul ve Kerkük’e Türkiye’nin müdahale etmesini savunarak Türkçü politikalara yanaşan dergi, bu konuda en büyük engelin ABD’den geldiğini ifade ediyor” (Çakır, 2002, 80) Aynı tarikatın kendi televizyon kanalında Türk milliyetçiliği politikaları ekseninde programlar yaptığı da biliniyor.
İslamcıların milliyetçi duruşları ve orduyla olan ilişkileri belki de en yalın haliyle 1980 askeri darbesi ve öncesinde de 1971 askeri muhtırasında görülmektedir.
Yeni Asya Gazetesinin 1971 Muhtırası’nı karşılayan yazısı bu noktada oldukça çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir: “Bu ses tarihimizin sesidir…Sanki Mohaç’tan gelen sestir. Bu ses Malazgirt’ten yükselen bir sestir… Kanije gazilerinin sadasını aksettirmektedir… Bu ses hürriyet ve istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın, şerefimizin ve haysiyetimizin bekçileri şerefli paşalarımızın, tek kelimeyle Mehmetçiğimizin sesidir.Bu ses… son defa “hizaya gel” komutu verenlerin sesidir.” (Çakır, 2002, 96)
Türkiye’deki en etkin ve yaygın cemaat örgütlenmesi durumundaki Gülen cemaatinin Kürtlere dönük ikiyüzlü ve devletçi-milliyetçi tutumları da ortadadır. Cemaatin önemli yayınlarından olan Sızıntı dergisi 12 Eylül’ü aşağıdaki cümlelerle karşılamaktadır: “… Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O…aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya… Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam!” (Çakır, 2002,106)
Çağ ve Nesil dergileri de benzer bir tutum sergileyerek 12 eylülü karşılıyorlar: “ Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi… Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”
“Gülen hareketinin Türk-İslam  sentezinden müteşekkil bir siyasi kimliğe sahip olduğunu en baştan hatırlatmak gerekmektedir” (Bilici, 2006, 96)
F. Gülen 1977’de yurt çapında yapılan Yüksek İslam Enstitüleri boykotunu İzmir’de “İslam’da boykot yoktur” fetvasıyla kırdı. 12 Eylül öncesi vaazlarında “var mı Resulullah’ın yürüyüş yaptığı, var mı slogan attığı?” diye soran F. Gülen, 1980 şubat ayında verdiği bir vaazda, “anarşist ve terörist” olarak nitelendirdiği kişileri devletin asker ve polisine bildirmeyenlerin Allah katında sorumlu olduklarını belirterek şöyle diyordu: “İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaseti cumhuriye duysun. Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet!” (Çakır, 2002, 111)
“Nurcu hareketin 1980 sonrasında güç toplayıp militarist hükümetin de izlediği Türk-İslam sentezine yöneldiği söylenebilir.” (Atacan, 2001, 116)
Fethullah Gülen’in Kürtlere ilişkin düşüncelerini ortaya koyması bakımından onun ve cemaatinin düşüncelerine “üstat”lık etmiş olan Saidi Kurdi’ye yaklaşımı da iyi bir örnek teşkil eder. F.Gülen’in sözlerini okuduğumuzda onun henüz yaşadığı dönemde niçin bir kez bile “üstat”ı ziyaret etmediğini anlamaktayız: “Her Erzurumlu doğuştan milliyetçi ve biraz da Turancıdır. Bu düşünce, zihniyet çevrenin tesiriyle bende de vardı. Daha sonra bu düşünce zail olup gitti, faka ben bu düşüncenin insanıyken, Bediüzzaman’ın Anadolu’dan çıkmış olmamasını dahi kendimce bir mesele yaptım ve içimde bu düşünceyi bir ukde olarak taşıdım. Ve işte beni Bediüzzaman ile görüştürmeyen bu düşüncedir. Ben, Anadolu’nun bağrında gelişmeli ve boy atmalı değil miydi, demekteydim.”  (Kutlay,2005, 64)
Bir çok araştırmacı F.Gülen Cemaati’nin, Saidi Nursi’nin Nur külliyatını tahrip ettiklerini, çarpıttıklarını ve onun ismini kullanarak Türk milliyetçiliğine hizmet eden bir “İslamiyet” anlayışı içerisinde olduklarını ifade etmektedirler. “Söz konusu metinlerde F. Gülen cemaatinin yaptığı çarpıtmalar Saidi Kurdi’nin kendini Kürt ve Kürdistanlı olarak tanımladığı parçalar tamamen çıkarılmıştır. Saidi Kurdi’nin Kürtlere ilişkin metinlerinde yer alan sosyal ve politik ifadeler ise çarpıtılarak Kürt ve Kürdistan kavramları başka kavramlarla değiştirilmiştir.” (Toplum ve Kuram, s:2, 114)
            F. Gülen cemaatinin Kürt sorununa bakış açısını belki de en güzel anlatan örnek son dönemde cemaatin yayın organlarından biri olan televizyon kanalından yayınlanmakta olan “Tek Türkiye” isimli  dizidir. Söz konusu dizide Kürtler çağ dışı kalmış, ilkel, gerici, terörist gösterilerek bundan çıkış yolu olarak öncelikle askere-devlete biat, dine sarılma ve dilini-kültürünü-tarihini, kısaca kendini inkar etmesi gösterilmektedir.
Kürtlere ve Kürt sorununa bakış açısı Türkiye’deki siyasal İslamcı partiler açısından da benzerdir. MNP, MSP, RP, FP, SP ve en son AKP de izlenen Kürt politikaları  kimi dönemler farklı söylemler kullanılmış olsa da özünde hep aynı olmuştur. Kürt kimliğini inkar etmeden bu partilerde siyaset yapabilen Kürt yoktur. Seçim öncesi süreçlerde  oy kaygısıyla ve elbette Kürtlerin dini muhafazakarlık duygularına hitap eden İslamcı partiler, konu Kürtlerin kimlik, dil, kültür, eşit anaysal yurttaşlık taleplerine geldiğinde alabildiğine devletçi, statükocu, inkarcı bir duruş sergilemektedirler.  Bu noktada “RP’nin 1994’te DEP Davasında Mecliste izlediği milletvekilliklerinin düşürülmesi yönündeki tutumu..” (Gülalp,2003, 102) İslamcıların samimiyetini ve demokratlığını da ortaya koymaktadır. “İslam kardeşliği, ümmetçilik” söylemini kullanarak Kürtler’den destek isteyen bu partiler, son dönem izlediğimiz gibi Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri karşısında orduyla ve Kemalist bürokrasi ile açık bir işbirliği yapmaktadırlar.
Kürt politik hareketini din karşıtı, ateist gösteren söylemleri sıkça kullanan İslamcı politikacılar bir yandan bölge insanını açlıkla terbiye etme politikası güderken,öte yandan da sözde hayır kurumlarını yaygınlaştırmakta ve insanları makarnayla, kömür yardımıyla satın almaya çalışabilmektedir. Bu noktada son dönemde örgütlülük alanları, iktidar partisinin de açık desteğiyle  genişleyen İslamcı kurumlar ve dernekler hep bu siyasetin birer uzantısı durumundadırlar.
Kürdistan’da İslamcı STK’lar: Mustazaf-Der (son dönem Hizbullah ile ilişkili olduğu gerekçesiyle kapatıldı), Toplum-Der, Özgür-Der, Gönül Köprüsü Derneği, Kimse Yok mu Derneği,Hayır Kapısı Yardımlaşma Derneği..

2-AYKIRI SÖYLEMLER
İslamcılar söz konusu siyaset ve söylemleri yürütürken, yine İslamcı olan ama Kürtleri inkar etmeyip onların demokratik meşru taleplerini sahiplenen başka İslamcı örgütlenmelere, aydın kişilere ise  Kürtlere karşı uyguladıkları baskı ve zorun bir benzerini uygulamaktadırlar. Kürt Nurcu Med-Zehracılar  buna örnek oluşturuyor. Kürt politik hareketinin taleplerinin meşruiyetini kabul eden ve bunun aynı zamanda İslamın da temel şartlarından olduğunu söyleyen Saidi Kurdi öğretisine bağlı Med-zehra’cılara karşı Hizbullah’ın kullanılarak bu saldırılması ve öncüleri durumundaki İzzettin Yıldırım’ın öldürülmesi…” (Kutlay, 2005,158) bu konuda açık bir veri durumundadır.
Yine Salih Mirzabeyoğlu liderliğindeki radikal İslamcı İBDA yapılanmasına karşı yapılan sert müdahalelerin altında yatan nedenlerin başında, bu örgütün Kürt sorunu noktasında klasik İslamcılardan ayrılan tutumu olmuştur. Devletin bu yapılanmaya en sert biçimde müdahale ederken, Kürtleri inkar eden diğer pek çok radikal İslamcı yapılanmaya karışmaması, hatta bölgede bunların örgütlenmelerini desteklemesi bu konuda bizi doğrular nitelikte bir olgudur.
3- KÜRT SORUNU KARŞISINDA İSLAMCI AYDINLAR
“… Sentezci olmayan İslamı temsil eden RP’nin Türk milliyetçileriyle yaptığı ittifak, Kürt milliyetçilerinin önündeki en büyük engelin kendiliğinden ortadan kalkması sonucunu doğurdu. Halbuki Türkiye Müslümanlarının sağ ideolojiden yakalarını kurtarmaları daha yeni bir vakaydı.”  ( Mehmet Ay, 1994, 7-15)
“… Kürt sorunu bir insanlık sorunudur. Burada, hakları elinden alınan bir halk söz konusu. Eğer Lozan Konferansı’nda bu haklar güvence altına alınabilseydi, bu tartışma bugün çok daha farklı bir biçimde yapılabilirdi…. Kürtler kendi meselelerini kendileri çözecek durumda değil. Müslümanlar ve diğer ideolojik gruplar da kendi politikalarını üretemiyorlar.” (A. Dilipak, 1992,)
“… Ben bir Müslüman olarak bulunduğum konumda Kürt sorununa bakmakla yükümlüyüm.Bana göre bu bölgede somut gerçekliği olan bir Kürt halkı yaşamaktadır.Onların farklı etnik kökene ve dile sahip olması Allah’ın ayetlerindendir. Kürt halkı, Kürtçe konuşan bir Müslüman halktır ve İslam tarihi ve kültür kuşağı içinde yaşamaktadır. Kürdistan da İslam dünyasının tabii ve vazgeçilmez bir parçasıdır..” Ali Bulaç, 1993)
“…Müslüman  Kürt halkı her türlü ve çok boyutlu bir zulme muhatap mazlum bir kavimdir. Bu konuda sorunu olan ise maalesef bazı Müslüman şahıs, grup veya kitlelerdir. Çünkü bu mazlumiyeti bir türlü görmemekte veya bu zulme karşı mazlumun yanında hakperest bir tavır koymak noktasında bizzat İslam’ın emrettiği adaleti pratikte bir türlü ortaya koyamamaktadırlar. (Mehmet Pamak, 1993, 275)
Yukarıda alıntılanan Müslüman  aydınların yanı sıra  İsmail Kara, Altan Tan, Ayhan Bilgen ve daha birçok kişi Kürt sorununu teşhis etmede ana damar İslamcı siyasetin ve duruşun dışında bir söylem ortaya koymaktadır.
Bunların yanında  Nazlı Ilıcak, Mehmet Metiner, Taha Akyol, Fehmi Koru, Cüneyt Zapsu gibi daha sayılabilecek pek çok İslamcı ise farklı çıkarları gereği Kürt sorununa ve sorunun çözüm dinamiklerine karşı halen iktidar ve sistem odaklı bir duruş sergilemektedirler. Kürt halkının kendi siyasal mekanizmalarına, siyasal iradelerine karşı hasmane bir tavır takınan bu kimseler, Kürtler olmaksızın bir çözümden yanadırlar. Dolayısıyla da siyasal İslamcı partilerde üst düzey görevler, ilişkiler ve çıkarlar bu kimselere sunulmakta bu kimselerin ürettiği politikalar kitleye, kamuoyuna, özellikle Kürt halkına empoze edilmeye çalışılmaktadır. Kürt sorununa ağırlıklı bakış açısının bu minvalde olması sonucunda ve ellerindeki kamuoyu yaratma imkan ve olanaklarının genişliği, sorunu daha da ağırlaştırmakta ve sürüncemede kalmasının da nedenlerinden birisini teşkil etmektedir.
Kuşku yok ki sorunun çözümündeki en önemli dinamiklerden biri, aydın entelektüel söylem ve tutumun, demokrat yaklaşımın, empatinin ve geçmişle- Kemalizmle- inkarcı İslamcı politikalarla yüzleşmekten geçmektedir.

SONUÇ
“Susuz ve ekmeksiz yaşayabilirim ama özgürlük olmadan asla!” Saidi Kurdi
Türkiye’de on yıllardır sürmekte olan düşük yoğunluklu savaş, Kemalist sistemin başta Kürtler olmak üzere, ülkede yaşayan pek çok farklı etnik topluluğu, kültürü, dili ve dinsel yapılanmalara karşı yürüttüğü baskıcı, asimilasyoncu, inkarcı ve hatta bir çok kere imhacı politikalarından beslenmektedir. Kemalizmin bu politikalarından sadece Kürtler değil, gayrı Müslim azınlıklar, Aleviler, İslamcılar ve daha birçok kesim kendi payına düşeni almıştır.
Ancak son otuz yılda sistemle bütünleşme eğilimleri artan İslamcı kesim ve cemaatler, bunların siyasal örgütleri, sistemin Kürt retoriğini benimseyerek bu politikalara ortak olma yolunu seçmişlerdir. Aralarında muhalif, aydın duruşlar ve kimi dönemlerde ortaya çıkan farklı söylemler olmakla birlikte, genelde karşılaşılan tablo budur. Yaklaşık on yıldır iktidarda olan, siyasal İslamcı kadroların ana damarını oluşturdukları partinin Kürt politikalarına ve sorunun çözümü noktasındaki çıkarcı, kaypak ve orduyla işbirliği temelindeki duruşları da bunu kanıtlamaktadır. Beri yandan İslamcı parti ve tarikat yapılanmaları, devşirdikleri kendi Kürtleri aracılığıyla bu politikaları Kürt coğrafyasında hakim kılmaya ve gelişen Kürt muhalefetini, Kürt politik hareketini sekteye uğratmak, marjinalize etmek için seferber olmaktadırlar.
Hiç kuşkusuz bu tavır ve duruş, ne gerçek Müslümanlıkla ne de demokratlıkla örtüşmemektedir. İslamcı aydınlar arasından yükselen sesler bunu anlatmaktadır. Ancak apaçık ortada olan bu gerçeklere rağmen, sistemden nemalanmak ve kendi varlıklarını korumak namına Kürtleri inkar eden, kendi devamını bu inkara dayandıran siyasal İslamcı kesimler, sorunun daha da çetrefil kazanmasından ve çözümün belirsiz tarihlere ötelenmesinden öteye bir vizyon ortaya koyamamaktadır. Oysa birçoğunun dilinden düşürmediği ve sözde rehber edindiği, “üstat” diye çağırdığı Bediüzzaman Saidi  kendi çözümünü daha en başta net olarak ortaya koymuştu: “Susuz ve ekmeksiz yaşayabilirim ama özgürlük olmadan asla!”







KAYNAKÇA
1) Atacan, Fulya (2001), A Kurdish Islamist Group in Modern Turkey, Middle eastern Studies,            37 (3)
2) Bulaç, Ali (1992), Kürd Soruşturması, Sor Yayınları, İstanbul.
3) Çakır, Ruşen (2001), Derin Hizbullah, Metis yayınları, İstanbul.
4) Çakır, Ruşen (2002), Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar, Metis Yayınları, İstanbul.
5) Çiçek, Nevzat (2008), Puşi ve Sarık: İslam Kürt Sorununu Çözer mi?, Hayykitap, İstanbul.
6) Ercan, Harun (2009) Şeş u Yek: gülen Cemaati ve Bir Karşı Propaganda Girişimi Olarak tek Türkiye Dizisi, Toplum ve Kuram Dergisi, sayı:2, İstanbul.
7) Gülalp, Haldun (2003), Kimlikler Siyaseti, Metis yayınları, İstanbul.
8) Kutlay, Naci (2005), Türk Siyasal İslamcılığında Kürt Damarları, Beybun Yayınları, Ankara.
9) Siverekli, İsmet (2008), Kürdistan’da Siyasal İslam, Peri Yayınları, İstanbul.

METROPOLLERDE YAŞANAN VE TIRMANIŞI ÖNLENEMEYEN SUÇ VE ŞİDDET OLAYLARINDAKİ ARTIŞ


 METROPOLLERDE YAŞANAN  VE TIRMANIŞI ÖNLENEMEYEN SUÇ VE ŞİDDET OLAYLARINDAKİ ARTIŞ

A-GİRİŞ
 Suç kavramı özellikle kentlerde yaşayan insanlar için gündelik ve basit bir kavram halini aldı. Kuşkusuz bunun başlıca nedeni toplumun ve bireylerin suçu ve şiddeti kanıksaması, yaşamın bir parçası olarak görmeye başlamasında yatıyor. Gasp, kapkaç, hırsızlık,tinerciler-sokak çocukları,mafya,uyuşturucu çeteleri,fuhuş,cinayet…Bunlar artık yaşamımızın birer parçası haline geldi.Artan kapkaç terörü şimdiye değin onlarca can aldı.Sokakta yaşayan madde bağımlısı çocuklar toplumun kanayan bir yarası olmuş durumda.Liselerin önünde tezgah kuran uyuşturucu satıcıları pervasızca palazlanıyor.Ve medyamız şiddeti,mafyayı yatak odalarımıza kadar sokmuş durumda.Hiçbir güç medyanın şiddete bunca teşvik eden yayınlarına denetim getiremedi.Artık insanlar birer ‘Polat,Çakıcı,Nuri Ergin’ olma hayalleriyle yatıp kalkıyorlar. Her gün televizyonlarda,gazetelerde onlarca  suç vakasına rastlamak mümkün.Ancak bu konuda yapılan çalışmalar polisiye önlemler olmaktan öteye geçmiş değil. Bu yaklaşımın da sorunu çözmedeki yetersizliği, her geçen gün artan suç oranlarından apaçık anlaşılmaktadır. Özellikle İstanbul,Ankara,İzmir gibi metropollerde bu sorun kangrenleşerek büyümekte ve sonuçları itibariyle toplumu daha da fazla etkilemekte.
              Sorunun kaynaklarına inmeden önce belirtilmesi gereken bir diğer husus da, toplumu adeta bir cendereye almış olan suçlardaki bu artış karşısında, aydınların, bilim adamı, yazar ve siyaset bilimcilerinin tutumudur. Bilimsellikten uzak,salt klişe söylemlere dayanan,polisiye önlemlerle bu problemin aşılacağını düşünen bir zihniyet,elbette daha en başından kaybetmektedir.Sorunun kaynakları incelendiğinde görülmektedir ki salt adli-idari yaptırımlar uzun vadede olumlu bir sonuca yol açmamaktadır.
            Tırmanışı önlenemeyen bu olgunun kaynağına inildiğinde göç, ekonomik yoksulluk, özellikle medyanın yarattığı mafya-çete idolleri, fırsat eşitliğinden mahrum kalarak marjinalleşen varoşlar, toplumsal-kültürel dejenerasyon, depolitizasyon, aile kurumundaki çözülme gibi nedenler karşımıza çıkmakta. Olaya salt bir eğitim sorunu veya asayiş sorunu gözüyle bakmak bilimsellikten ve çözümden uzak dogmatik bir yaklaşımın ürünleridir. Aşağıda bu konunun asli sebepleri olarak gördüğümüz bu temel başlıkları ele almaya çalışacağız.

1-KENTLERE YOĞUN GÖÇ VE SONUÇLARI
Türkiye 1970’li yıllarda ekonomik nedenlerle başlayan ve ’80 sonrasından günümüze dek süren düşük yoğunluklu savaşın sonunda kırdan kente, doğudan batıya, kırsaldan büyük kentlere büyük bir toplumsal göçle karşı karşıya kalmıştır. Çatışma sürecinde boşaltılan köy sayısı dört bini aşmıştır. Buna tarım ve hayvancılığın bitmesi ve işsizlik eklendiğinde çok büyük bir kitle metropollere kaymıştır. Bunun yanında Diyarbakır, Urfa, Van gibi bölge kentleri de aşırı göç sonucunda birer köy-kente dönüşmüş ve sorunlar yumağı daha da büyümüştür.
Kırdan kente göçte üç temel unsur bulunur. Bunlar;
a)İtici Güçler: Bu güçler, nüfusu köyden uzaklaştıran unsurlardır. Türkiye’deki başlıca itici güçler Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşanan çatışma ve güvenlik sorunu, tarımda makinalaşma, hayvancılık sektöründeki gerileme, toprakların çok küçük parçalara ayrılmasıdır.
b)Çekici Güçler: Bunlar, kentlerin insanlara sunduğu ekonomik, sosyal ve kültürel olanaklardır. Yine kentin sağladığı eğitim, sağlık, güvenlik, ulaşım olanakları da bu kategoride ele alınır.
c)İletici Güçler: Göç kanalları ve olanaklarındaki gelişmelerdir. Ulaşım araçlarındaki ilerlemeler iletici güçleri meydana getirir.
Bu üç unsur, Türkiye’deki nüfus hareketlerinin temel dinamiklerdir.Ancak yaşanan hareket beraberinde dengesiz kentleşme,sosyal intibaksızlık,siyasal kaos ve kültürel erozyonla birleşerek suçun ana zeminini yaratmıştır.
“Çok hızlı bir iç göçle büyük kent mahallelerine eklenen taşra insanının derin ruhsal sıkıntılarının dışavurumu, özünde toplumsal problemleri sıklıkla tek tek vakalar hâlinde kent gündemine taşımaktadır. Demografik etkenlerin ekonomik ve kültürel etkenlerle iç içe bulunması suç olgusunu ortaya çıkarmakta ve suçluluğun artışına sebep olmaktadır.
Çarpık yapılanmış bir kentte yeni gelen kişi geleneklerini sürdüremez. Göç edilmiş yerle içine girdiği yeni ortam arasında bir bağdaşıklık göremez. Çaresizlik ve mahrumiyet çekmekte, çoğu zaman farklı derecelerde bunalımlara düşmektedir. Kentteki köylü bağlanabileceği insancıl bir şeyler bulabilmek için derin bir istek duyar. Kişiliğini ifade etmek ve kendi adına davranışta bulunmak için, güçlü bir tutku duyan bu insan çoğu kez aradığına ulaşamamakta ve mutsuz olmaktadır. Psiko-sosyal ve ekonomik sıkıntıların büyük bir kısmını bu bocalama durumunun bir etkeni olarak görebiliriz” (Sencer Y, 1970).
Kentlere göç eden nüfus, banliyölerde gettolaşan bir yaşamın kucağına düşmektedir. Kırdan kente göç olgusunun meydana getirdiği temel problemlerden biri hızlı gecekondulaşmadır. Eğitimsiz, ekonomik yoksunluklar içinde bulunan, dışlanan varoşlar zamanla suç üreten birer merkez durumuna gelmektedir. Çünkü her şeyden önce göçle birlikte buralara yığılan insanlar kentle, kentsel yaşam ve değerlerle bir uyumsuzluk yaşamaktadır Bu uyumsuzluk, yoksulluk içindeki bu insanlar için önemli bir zemin meydana getirmekte, bireylerin –özellikle gençler ve çocuklar- suça itilmesini hızlandırmaktadır.
Köyü yakılan,boşaltılan, çoğu kez zorunluluk sonucu büyük bir Kürt kitlesi başta İstanbul,İzmir,Adana,Mersin olmak üzere batıdaki metropol kentlere göçmüştür.Temel kimlik ve kültürel hak istemleri zapturapt altına alınan,en yetkili ağızlardan “vatandaşlık” hakkı bile “sözde” bırakılan Kürtler,kentsel sorunların ve özellikle suç olgusuna doğru bilinçli şekilde itilmektedir. Dikkat edildiğinde görülecektir ki,medya ve sistemin yönetim kademelerindekiler,suç oranlarındaki artış veya işlenen yeni bir suç karşısında Kürtleri sorumlu bulmakta,hatta olayı “örgüt”le bağlantılandırmaktadır.Oysa bu durum,büyüyen kriminal vakalar karşısındaki acizlik itirafından başka bir şey değildir.Kaldı ki, Kürt sorunu demokratik bir çözüme ulaşmadan,bu sorun kendini devam ettirecek,hatta diğer kentlere de yayılacaktır.Açıklanan veriler de gösteriyor ki,Diyarbakır, suç oranlarında korkutan bir büyümeyle sinyal vermekte.Aynı biçimde Kürt sorunu dolayısıyla batıdaki illere  savrulan ve buralarda yaşayan  milliyetçi unsurlarca sürekli hedef gösterilen Kürtler,hem toplumsal gerilimlere,hem de suça teşvik edilmektedir.
Göçle kentlere gelenlerin başlıca sorunu işsizlik ve geçim sıkıntısıdır. “Toplumsal ekonomik düzeyin düşüklüğü, bir yandan maddî yaşama şartlarını ağırlaştırdığı için, bir yandan da toplumsal güçlükleri yoğunlaştırması sebebi ile dolaylı olarak kente ait uyum açısından menfi bir etkide bulunmaktadır” (Kıray M, 1982).Kente gelen, ancak hiçbir zaman gerçek manada ‘kentli’ olmayan genç nüfus, hem ekonomik, hem de kültürel olarak arada kalmışlığı yaşamaktadır. Bu sıkışmışlık hali maddi ve manevi hayallerle birleşerek  bireyi kısa yoldan köşe dönmeye,çalışmadan zengin olmaya,amaları için her yolu mubah sayarak suç işlemeye sevk etmektedir.Kendini ifade edemeyen,yoğun kimlik ve aidiyet sorunları bulunan,üstelik ‘kentli’ tarafından hor görülerek dışlanan bu gençler ve çocuklar suç çeteleri kurarak bir anlamda intikam almakta ve yaşamını suçların üzerine oturtmaktadırlar.

2-TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL ÇÖZÜLME
Ülkede ve özellikle de metropol şehirlerinde hızla artan suç ve şiddet olaylarının altında yatan bir diğer olgu,yaşanan toplumsal ve kültürel erozyondur.Kuşkusuz geçmişe kısa bir yolculuk uaptığımızda bunun başlangıç aşamasında 12 Eylül cuntasının bilinçli bir politikasıyla karşı karşıya kalıyoruz.Dönemin generalleri,gençliğin sol-sosyalist hareketlere kayışını dizginleyebilmek için,dünyadan ve ülke gerçeklerinden kopuk bir gençlik yaratmak amacıyla kolları sıvamışlardı.Temel esin kaynakları ise İspanyol darbeci General Franco’nun “3F (futbol-fiesta-festival)” formülasyonu idi.Buna uygun olarak Türkiye’de de ‘80’lerden itibaren toplusal,sosyal çözülme süreci başlamıştır.Bu politikanın başlıca sac ayaklarını ise medya,spor,moda ve magazin dünyası oluşturmuştur.Arabesk kültür bir yaşam biçimi haline getirilmiş ve özellikle yoksul kesim gençliği bu araçlarla suç işlemeye meyilli bir hale sokulmuştur.
İnanacağı hiçbir değer olmayan,dünya görüşünden yoksun,içten içe tüm dünyaya karşı büyük bir kin besleyen bir gençliğin suça kaymaması beklenebilir mi?Geleneksel sevgi-saygı bağlarının bunca köreltildiği,eğitimden yoksun bırakılmış insanların yaşadığı bir ortamda sağlıklı bir genç nesil yetişemez elbette.Yaşamdaki tek amacı “köşeyi dönmek,gemiyi kurtaran kaptan olmak..”olan genç bireyler böylece önlerine çıkan ilk fırsatta suça bulaşmakta ve geri dönüşü çok zor olan bu dünyaya adım atmaktadırlar.
Bahsettiğimiz toplumsal yozlaşmanın diğer yanında ise küreselleşen kapitalizmin yarattığı ve tüm dünyaya empoze ettiği post-modern kültür bulunmaktadır.Bir yerde insani olan tüm değerlerden bireyi izole eden bu “kültür” bugün başta Amerika ve Avrupa olmak üzere dünyanın hemen her yerinde egemenliğini kurmuştur.Uyuşturucu,hap,alkol,fuhuş vb.araçlar gençleri yaşadıkları gerçekliklerden çıkararak sonu arka sokaklarda veya cezaevinde biten bir kopuşa doğru sürüklemektedir.Egemenler,kendilerine karşı gelişebilecek muhalefeti böylece daha en başta ortadan kaldırmayı amaçlamakta ve görüldüğü kadarıyla bunda başarılı da olmaktadır.
Hızla artan ve özellikle nüfusun genç kesimini etkileyen bu olgunun bir nedenini de dejenerasyona uğrayan aile yapısında aramak gerekiyor.Özellikle kırsal alanlardan kentlere göçe maruz bırakılan ailelerde ilk süreçlerde yaşanan kültür şoku,zamanla yerini dağılmaya bırakıyor.Eğitimden mahrum kalan ve kentin tüm kötü işlerinin nesnesi durumuna gelen gençler,buldukları ilk fırsatta aileden de uzaklaşmaktadır.Tatlı hayallerle ve sahte özgürlük hayalleriyle ailelerinden kaçan bu bireyler suç çetelerinin,insan satıcılarının tezgahına düşmekte yaşamlarının en verimli,dinamik döneminde tükenebilmektedirler.Kentin varoşlarında kentli olmayı başaramamış,sınıfsal olarak en altta kalan bu aile yapısı erozyona uğramakta ve bunun sonucunda en temel sosyal baskı mekanizması –ki aile toplumun en küçük yapı taşı olarak tanımlanır-ortadan kalkmaktadır.
Hem metropollere,hem de bölge illerine bakıldığında gençliğin büyük bir boşluk içinde bulunduğu görülüyor.Amaçsız,ütopyasız,yoğun gelecek kaygıları taşıyan ve yaşamını idame ettirecek eğitsel formasyondan yoksun Kürt gençliği çareyi önüne konulan en büyük tuzak olan suç eylemlerinde bulmaktadır.Yankesicilik,hırsızlık,gasp gibi emek vermeden para sahibi olma istemiyle başlayan süreç,karanlık bir dünyanın da ilk basamağını teşkil ediyor.Kürt gençliğinin suça bulaşmasındaki önemli bir etken de “Beyaz Türkler”ce her yerden dışlanması,aşağılanması ve hor görülmesidir.Sistem içinse Kürtler zaten her zaman sorun,her zaman kötülük ritüelleriyle lanse edilmektedir.Bir yerde Kürt gençliği için danışıklı bir dövüş yapılmaktadır.Siyasal ve kültürel olarak yaşamasına izin verilmeyen Kürt gençliğinin önüne suç işleme zemini sunulmakta ve sonrasında sanki bunu önlemek için çok çaba harcamışçasına çıkıp,kötü olan her şeyde olduğu gibi bu konuda da faturayı Kürtlere çıkarmaktadırlar.Ama şu çok açık bir gerçek ki,sistem için suç batağına saplanmış bir Kürt gençliği,siyasal-demokratik alanda mücadele eden muhalif bir Kürt gençliğine yeğdir.
Nihayetinde toplumun her kesimine farklı biçimlerde bulaştırılmış olsa bile,toplum olarak büyük bir çürümeye itilmeye çalışıldığımız gerçeği ortada durmakta.Bu olguyu sadece kentlerdeki banliyölere mal etmek de doğru değil.Total bir yaklaşımla toplumun tüm kesimlerine karşı yürütülen bir özünden uzaklaştırma çabası söz konusu.Dejenere edilen,içi boşaltılan,toplumsal değerleri eritilen toplum,meyvelerini suçlardaki büyüme olarak vermektedir


3-MEDYA BU OLGUNUN NERESİNDE?
            “ Türklerin 9 yılı TV başında geçiyor”

            “ Uzmanlar, Türkiye'nin dünyanın en çok TV izleyen 4'üncü ülkesi olmasının,
      Türkler'in mutsuzluğunun kaynağı olabileceği yorumunu yaptı. NOP World
      araştırma şirketinin Aralık 2004-Şubat 2005 tarihleri arasında yaptığı
      araştırma Türkler'in haftada 20.2 saatini TV başında geçirdiğini ortaya
      koymuştu. Bu, dünyadaki 16.6 saatlik ortalamadan 4 saat daha fazla. Türkler
       günde ortalama 4 saat televizyon izliyor. Yani 75 yıl yaşayan bir kişi
      ömrünün 9 yılını TV karşısında harcıyor. Uzmanlar modern insanın TV
      izlemekten daha çok yaptığı tek şeyin uyumak ve çalışmak olduğunu
      belirtiyor.”

            “ Eurobarometre Türkiye Ulusal Raporu’nda yer alan bir diğer tesbit ise Türk
insanının ‘kültür ve bilgi kaynağı’ güvenini yansıtıyor. Yapılan ölçüme göre
Türkiye’nin yüzde 91’i televizyon izliyor. Bilgiyi buradan alıyor. Bu oran
AB’nin üye ve diğer aday ülkelerinde yüzde 71 olmakta. Türkler’in yüzde 83’üde
AB’yi televizyondan öğreniyor. Oysa, diğer üye ve aday ülkelerde bu oran yüzde
58’lerde kalıyor.”

            “ İlkokul mezunu ile yüksek lisanslıların TV izleme oranları birbirine çok
      yakın.”
      
            “Türkiye’deki gazete satış rakamları ile televizyon izlenme oranları,
      “halkın çok az gazete okuduğunu, buna karşılık günün ortalama 3.5 saatini
      televizyon karşısında geçirdiğini” ortaya koydu.Türkiye’de yayınlanan 36
      ulusal gazete, geçtiğimiz Haziran ayında günlük ortalama 4 milyon 381 bin
      satış yaptı.
             Son yapılan nüfus sayımında okur-yazar oranı yüzde 87.5 olarak
      tespit edilen Türkiye’de, gazete satış rakamları, “halkın büyük
      çoğunluğunun gazete okumadığını” gözler önüne serdi. Gazete satış
      rakamları ile DİE’nin nüfus rakamlarının karşılaştırılmasına göre, bu
      yılın haziran ayında potansiyel nüfusun sadece yüzde 7.3’ü gazete okudu.”    
            
      “Çocuklar ve erkekler daha fazla televizyon izliyor
             Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) 1999 yılında yaptırdığı
      kamuoyu araştırmaları ise Türkiye genelinde televizyon izleme süresini
      günde ortalama 3.5 saat olarak belirledi.
             RTÜK’ün 6 bin 277 kişiyi kapsayan araştırmasına göre, 5 bin 191
      bayandan bin 199’u, 5 bin 333 erkekten bin 428’i, 4 bin 557 çocuktan bin
      121’i günde en az 3 saat televizyon izliyor.
             Araştırmaya katılan bayanların yüzde 9’u, erkeklerin yüzde 13.4’ü,
      çocukların ise yüzde 13.81’i, 5 saatten fazla süreyi televizyon karşısında
      geçiriyor. Televizyon, en çok 21.00-23.00 saatleri arasında izleniyor.
             Eğitimi ilköğretim düzeyindekilerin yüzde 27.72’si, lise
      düzeyindekilerin yüzde 26.76’sı, üniversite düzeyindekilerin yüzde
      27.61’i, yüksek lisans düzeyindekilerin yüzde 25.62’si, doktora sonrası
      düzeyde eğitim görenlerin ise yüzde 24’ü günde en az 3 saat televizyon
      seyrediyor.”

“TRT net internet sitesinde yayınlanan bir araştırma ise toplumumuzdaki
televizyon merakının ulaştığı boyutu çarpıcı rakamlarla ortaya koyuyor.
“Türkiye’de Kitap Okunmuyor” başlığıyla verilen araştırmaya göre Türkiye’de 40
milyon kişi hiç kitap okumazken, nüfusun yüzde 94’ü TV seyrediyor. Kitap
okuyanların oranı ise yüzde 4 buçuk. Ülkemiz, düzenli kitap okuma oranında
dünyanın pek çok ülkesi ile mukayese edilemeyecek kadar geri kalmış durumda.
Düzenli okuma alışkanlığı, Japonya’da yüzde 14, Amerika Birleşik Devletleri’nde
yüzde 12 iken, Türkiye’de sadece onbinde bir düzeyinde.”

“Haberler şiddet dolu “

“Ana haber bültenlerinde neredeyse her beş haberden biri cinayet, intihar ve
şiddet konulu. Onu politika, dış politika, spor, magazin izliyor. Ekonomi
haberlerinin payı yüzde 4, eğitime ayrılan pay yüzde 3’te kalıyor.
Medya Takip Merkezi’nin (MTM) 11 “aktüel içerikli” televizyon kanalında yaptığı
haber ölçümlemesine göre, bir aylık süreçte ana haber bültenlerinde yayınlanan
haberlerin yüzde 18’i “yaşam” kesitli. Buna karşılık eğitime ayrılan süre ise
sadece yüzde 3. “
Ana haber bültenlerinde yayınlanan haberlerin konularına, adetlerine ve bu
haberlere ayrılan sürelere göre yapılan ölçümlemeye göre, 15 Kasım-15 Aralık
tarihleri arasında ana haber bültenlerinde toplam 6 bin 87 haber yer aldı.
Cinayet, intihar ve şiddet haberleri, ana haber bültenlerinde en çok işlenen
konular olurken, politika haberleri ikinci, Türkiye’nin dış politikalarıyla
ilgili haberler üçüncü, spor dördüncü, magazin ise beşinci oldu.”
“Magazinde artış”
“Ana haber bültenlerinde, konulara ayrılan sürelere göre, TV kanallarının en
geniş yer verdiği haberler, 44 saatle “yaşamın içinden kesitler” ile ilgili
haberler oldu. Gasp, hırsızlık, kapkaç, intihar, cinayet, kavga, kaçırılma,
yangın vb. haberlere toplam sürenin yaklaşık beşte biri ayrıldı.
Magazin haberlerine ayrılan sürelerde artış gözlendi”        
           
            Günümüz dünyasında “Dördüncü Güç” olarak adlandırılan medya,suçlardaki artışla birebir ilgilidir.Yukarıda uzunca sıralanan veriler de gösteriyor ki,tek tek kişiler ve bir bütün olarak toplum üzerinde çok büyük bir etkiye sahiptir.Bu gerçeklik,eğitim oranının düşük olduğu Türkiye gibi azgelişmiş ülkeler gerçeğinde daha somut ve belirleyici bir önem taşır.Medya;devlet,ordu ve sermayeden sonraki en temel güç olarak adlandırılsa da, aslında toplum üzerindeki kısa ve uzun süreli yansımaları incelendiğinde çok daha önemli bir güç olduğu görülmektedir.
            Bir önceki başlık altında ele aldığımız toplumsal ve kültürel yozlaşmanın başlıca kurumlarının başında medya gelmektedir.Konumuz olmamakla birlikte,medyanın yarattığı sahte dünyalar,abartılan ve bizlere örnek diye sunulan magazinel kişilikler,bilgi üretimi adına yapılan ama bilgisizlik yayan yarışma programları ve listeler dolusu sıralanabilecek benzeri formatlardaki tüm programlar hem toplumu zehirlemekte,hem de gençleri ve çocukları suça-şiddete teşvik etmektedir.Hele hele okuma bağlamında dünyada en son;televizyon izlemede ise en başlarda bulunan Türkiye için bu daha da yakıcı bir sorun teşkil etmektedir.Eğitim seviyesi ve okur-yazarlığın düşük olduğu toplumların medyadan etkilenme ve onun tarafından yönlendirilme derecesi çok daha yükselmektedir.
            Türk toplumu özellikle son birkaç yıldır basın ve medya tarafından korkunç bir bombardımana maruz bırakılmakta.Dizi furyası,alabildiğine şiddet içeren üçüncü sınıf filmler,kişiliksizleştiren aile programları derken, toplum bir gerilim kuşağına terk edildi.Bunun karşısında ise hiçbir caydırıcı kuvvet bulunmamakta.Siyasi iktidar medyanın seçimlerdeki işlevini iyi bildiğinden onun tüm bu olumsuzlarına göz yummakta, hatta çoğu kez alkışlamaktadır.Zaten iktidarın istediği de düşünmeyen,sorgulamayan,muhalif olmayan,sürü psikolojisiyle hareket eden bir toplum yaratarak kendi egemenliğini pekiştirmekten ibaret değil mi?Onlar için çocukların sağlıklı bir nesil haline gelmesi,gençlerin suç bataklığından kurtarılması,ıslah edilmesi,politik söylemden öteye geçmeyen bir demagojiden ibaret.Durum böyleyken televizyona mahkum edilmiş bir Türkiye’de suç oranlarının artması hiç de yadırganacak bir sonuç değildir.
            Medyanın toplumu tahakküm altına alması,özünde Batı emperyalizminin bir politikası ve üçüncü dünyaya ihraç ettiği bir kültürel semptomdur.Bununla amaçlanan,böyle ülkelerdeki halkların sahip oldukları kültürel mirası ve değerler bütünlüğünü eriterek Batının bu alandaki hegemonyasını inşa etmektir.Bu şekilde, toplulukları istediği gibi yönlendirecek,yarattığı moda akımlarla kendi ekonomik devamlılığını da korumuş olacaktır.Türkiye de 1980’lerden itibaren Kemal Sunallar, Müslüm Babalar,Mariannalar ve sayılamayacak kadar çok olan objeleri kullanarak bu politikayı sürdürmüştür.
            Televizyonda izlediği şiddet içerikli programlardan etkilenerek suç işleyen,hatta olayı toplu öldürmeye kadar vardıran kimi vakaları hepimiz anımsıyoruz.Televizyonda gördüğü “Polat,Seymen Ağa,Deliyürek ….”tiplerine özenerek giyim kuşamından saç stiline ve hatta konuşma tarzına kadar değiştiren gençler görmekteyiz.En büyük hayali onlar gibi olan bu gençlerin ilk yapmak istediği ise onlar gibi beline bir silah alıp etrafa korku salmaktır.Bunun daha ilerisinde kendi çetesini kurup haraç toplamak ve bir kabadayı olmak bulunuyor.Sadece yoksul kesimden gelen gençler ve çocuklar değil,toplumun tüm kesimleri bundan nasibini almakta.Ancak şu bir gerçek ki yaşamı yoksunluk içinde geçen ve kaybedeceği hiçbir şey olmadığını düşünen kesim bundan çok daha fala etkilenmektedir.Daha geçen gün gazetelerde “magazin programında gördükleri manken-şarkıcılara özenen 12-13 yaşlarında üç kız çocuğunun evden kaçarak,otogarda Antalya’ya gitmek için bilet alırken yakalandı”kları yazıyordu.Ve bu haberi ele alan medyamız “göğsünü gere gere” bu haberi ana haber bültenlerinde ifşa ediyordu!
            Aslında bu konuda çok fala söz söylemeye gerek bırakmayan sayısız olay gelişiyor her gün.Aynı şekilde her gün yen yeni genç beyinler,yeni yeni çocuk düşler kurban ediliyor medya canavarına.Sokakta yaşayan çocukların sayısındaki korkunç artışın ve suç işleme yaşının bu kadar düşmesinin ardındaki belki de en başlıca faktör medyanın ve özellikle televizyonların rolüdür.
            Bu konudaki analizimizi uzman bir ağızdan alınan birkaç anekdotla tamamlamak istiyoruz.Kanımızca suç-şiddet-medya-televizyon ilişkisini ortaya koymada önemli katkıda bulunmaktadır.Kendisiyle yapılan bir röportajda, artan suç vakalarını değerlendiren nöropsikiyatri uzmanı Prof.Dr.Nevzat Tarhan medyanın rolüne ilişkin şu saptamayı yapmaktadır:
      
            “……. suç örgütlerinde medyanın zaaflarını
        kullanma eğilimi vardır. Suç gruplarının bu eylemlerinde ses getirmek
        gibi bir hedef de var. Çocuklardan kurulu suç çeteleri, genellikle daha
        büyük mafya oluşumlarının şemsiyesi altındadır. Uyuşturucu ticareti
        yapan mafyanın tetikçileri genellikle bu gençlerdir. Büyürler ve bu tür
        organizasyonların içine girerler.
               Medyanın bir diğer olumsuz etkisi; yayını yapılan şiddet
        filmleri. Bu filmler şiddeti olağan olarak sundukları için, çocuk
        şiddeti doğal kabul etmeye yöneliyor. Dünyada 15-20 yıldır şiddet
        flimleri furyası var. Bu tür filmlerin çocuklar üzerindeki etkileri
        bilimsel olarak yeni yeni saptanıyor. Şimdiye dek, şiddetin hiç bu kadar
        onaylandığı, bu kadar doğal kabul edildiği bir kültür aşılanması
        olmamıştı. Medyanın sorumlulukla hareket ederek, şiddeti onaylamadığını
        hissettirmesi gerekiyor. Ama medyadan haberi vermemesini talep etmek de
        olanaksız. Medya pek tabii ki haberini yapmalı ki, halk da böyle
        olayların gerçekleştiğini öğrenmeli. Ama belki bu konu ile ilgili daha
        kapsamlı haber analizleri de hazırlanmalı. Kısaca reyting için
        sansasyonel haber yapmak yerine, belki daha istatistiksel, daha
        araştırmacı olarak hazırlanabilir. Belki de bu noktada en ciddi risk,
        mafya dizileri ile çocukların şiddetle tanışması. Bir özdeşim modeli
        olarak izlediği bu dizilerin etkisinde kalan çocuk, bencilliği,
        çıkarcılığı, zevkçiliği özümsüyor. “


4-DEPOLİTİZASYON VE AMAÇSIZLAŞAN BİREY
            Ülke genelinde yaşanan suç vakalarındaki artışın ardında yatan önemli etkenlerden birisi de toplumun depolitize edilmesidir.Kuşkusuz bunda amaçlanan, sadece bireyleri tek tek apolitikleştirmek değil;bir bütün olarak toplumu her kanala yönlendirilebilecek derecede siyasal arenadan uzaklaştırmaktır.
            Kırk yıl boyunca ülkenin yönetiminde en kilit görevleri üstlenmiş Süleyman Demirel’in “Ben halkımın çobanıyım.” Söylemi bu olguyu özetlemektedir.Yöneticiler ve siyasal erki ellerinde bulunduranlar, toplumun bilinçlenerek örgütlenmesini istememişler,böylece onu bir “sürü” gibi rahatça yönetmeyi arzulamışlardır.Sivil toplumu olmayan,iktidar yardakçılığından öteye gitmeyen aydın şürekasına sahip ülkenin bu gerçekliği, beraberinde büyük bir ideolojik muğlaklık ve günü kurtarmaya dönük bir sosyalite inşa etmiştir.
            Düşünen,eleştiren,sorgulayan aydınlar hapislerde çürümeye terk edilmiş,muhalif odaklar sindirilmiş,iktidar için tehdit unsuru olan partiler bir bir kapatılmıştır.Tüm bunların sonucunda vatandaşlar,sadece seçimden seçime hatırlanan ,güdümlenmiş birer nesneye kadar indirgenmiştir.Demokratik katılım,çoğulculuk,halk egemenliği gibi demokrasinin vazgeçilmez unsurları,sadece anayasada yer alan sembolik birer kavram haline getirilmiştir.Son birkaç yıldır bu alanda atılan adımlar adeta birer “nimet” gibi sunulmakla beraber,bunlar 1980 askeri cuntasının toplumdan gasp ettiği en doğal hakların geri gelmesinden başka bir şey değildir.Bu hakların da AB’nin zorlamasıyla verildiği göz önüne alındığında durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır.
            Sadece konumuza örnek teşkil etmesi bakımından bugünkü üniversite gençliğinin durumunu ele aldığımızda;hiçbir ideolojisi,dünya görüşü,idealleri olmayan,tek amacı kendini bireysel olarak kurtarmak olan bir gençlik söz konusu.Siyasete karşı büyük bir önyargı ve uzaklık görülmekte.Hal böyle olunca meydan aşırı milliyetçi veya radikal dinci kesimlere kalmaktadır.Bu unsurlar ise sistem tarafından gerçek bir tehlike olarak görülmemekte,hatta çoğu defasında destek bulmaktadır.
            Toplumun üreten, düşünen öncü gücü konumundaki üniversite gençliği bu durumdayken,diğer kesimlerin durumu daha da vahimdir.Ekonomik sorunlarla cebelleşen toplumun tüm istemleri ekonomik gelişmeyle sınırlanmış durumdadır.
            Bugün Türkiye kamuoyunun en duyarlı ve muhalif gücü Kürtlerden ibarettir. Sosyal-siyasal-ekonomik konularda gündem yaratmaya çalışan Kürtler ise karşılarında devletin asker-polis gücünü bulmaktadır.En basit demokratik hak istemleri dahi “terörist” söylemleriyle bastırılmakta ve medya aracılığıyla kirli kampanyalar sürdürülmektedir.Özellikle son dönemde hortlayan Kürt düşmanlığının altında yatan da budur.Adeta ülkedeki tüm suç olayları,tüm kirli işler Kürtlerin eseriymiş gibi lanse edilerek bu düşmanlık körüklenmektedir.Oysa Kürtler sadece kendileri için değil, ülkede yaşayan yetmiş milyon için demokrasi, insan hakları ve insanca yaşam kriterlerinin güvenceye alınmasını, uygulamada bunlara işlerlik getirilmesini istemektedir.Bu istemlerin terörizmle ilgisini kurmaya çalışmak ise sadece Kürt düşmanlığına yorulabilir.Eğer toplumun diğer bileşenleri de ortak demokratik zeminlerde buluşarak istemlerini ortaya koymuş olsalar; hem Kürt düşmanlığının zemini kurutulacak, hem de sivil toplum ayağı geliştirilerek hak ve hürriyetlerde kazanımlar elde edilecektir.
            İnandığı hiçbir değer yargısı olmayan bir insanın suç işlemesi,bir dünya görüşüne sahip ve amaçları olan bir başkasına göre çok daha olağandır.Yozlaşan ve marjinalleşen bireyler suç işlemek için birer potansiyel durumundadır.Tarihten,toplumdan,ülke sorunlarından kopuk bir gençlik, suç ve şiddet olaylarının artışında temel rol oynamaktadır.Aynı biçimde henüz kişiliği tam olarak oluşmamış, çocuk yaştaki bireyler de bu suçlara ortak edilmektedir.
            Suç işeyen bireyler ele alındığında görülüyor ki,bu kişilerin büyük bir kısmı hiçbir şeye inanmamakta ve rağbet ettiği temel değerler “güç” ve “para” gibi unsurlardır.Bu tip insanlar siyasete ve yöneticilere uzak durmakta ve ilkel  bir tepki duymaktadır.Bu tepki de siyasal-ideolojik bir düşünüşten yoksun ve bireysel bir tepkidir.Dolayısıyla işlenen suçlar bu tepkinin bir sonucunda duyulan intikam alma güdüsünden ibarettir.Bu tip bireylerde gözlemlenen bir diğer olgu ise,geleceğe dair koyu karamsar tutumları ve toplumsal hiçbir ideallerinin bulunmayışıdır.
            Tüm bu belirttiklerimiz hep birer sonuçtur.Bahsettiğimiz insanlar dünyaya birer suçlu olarak gelmemişler;aksine,yaşam koşulları ve maruz kaldıkları politikalar sonucunda bu duruma düşmüşlerdir.Suç vakaları incelendiğinde karşımıza çıkan bu apolitizasyon ve değersizleştirme süreci ortadan kaldırıldığında görülecektir ki;sorumluluk bireysel değil, toplumsaldır.Bu nedenle “suçlularla mücadele”den daha önemli olan “suçla mücadele” üzerinde durmak, sorunun çözümünde kilit bir rol oynayacaktır.




5-İDARİ VE HUKUKSAL YETERSİZLİKLER
            Suç olaylarındaki yükselişin önlenememesindeki önemli diğer bir neden idari ve hukuksal yaklaşımdan kaynaklanmaktadır.Burada bunları irdelemeye çalışacağız.
            Her şeyden önce idarenin artan suç olaylarına yaklaşımı yüzeysel ve çözümleyici olmaktan uzaktır.Çünkü olaya salt bir kriminal sorun gözüyle bakılmaktadır.Bu yüzden ortaya konulan çözüm önerileri hep cezai yaptırımları aşmamıştır.Bugün Türkiye’de bu konularda çalışmalar yürütmesi gereken Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı,İçişleri Bakanlığı,Çocuk Esirgeme Kurumu,Emniyet Genel Müdürlüğü ve daha pek çok kurum olmasına rağmen suçlardaki artış trendinin önlenememesi akla bazı sorular getirmekte.Bir kere sokak çocukları sorunu demagojik söylemlerin en çok sarf edildiği konudur.Zira bu çocuklar gerçek anlamda topluma kazandırılmıyor,ıslah edilmeleri için ciddi bir çalışma yürütülmüyor.Çok gündeme gelen bir konu da ıslahevlerinde istismara uğrayan,hor görülen ve yaşı dolduğunda sosyal ekonomik bir güvence sunulmadan tekrar sokağa terk edilen gençlerin durumudur.Bu gençlerin büyük kısmı da suç örgütlerinin,mafyanın,çetelerin eline düşmektedir.
            Sokakta gittikçe artan suçlara karşı alınan önlemlere bakıldığında polisiye önlemlerden öteye geçmediği görülüyor.Bu tür insanlar toplum gözünde zaten hor görüldükleri için herkes onların yok edilmeleri gereken birer kötülük kaynağı olduğunu düşünüyor.Bunu yaratan da yine idarenin ve yöneticilerin bu bakış açısını destekler tutum ve söylemleridir.Bırakın sorun çözücü olmayı,sokakta gelişen ve nedenlerini kendilerinin de bildiği tüm suç olaylarını “yasadışı örgüt,terör örgütü”  gibi söylemlerle farklı yerlere çekmekte ve bundan siyasi rant elde etmeye çalışmaktadırlar.Özellikle tüm şiddet ve suçlardan Kürtleri sorumlu tutan ucube düşünce tarzı tam da burjuva siyasetinin bir örneğidir.Hal böyle olunca çözüm olarak sunulan tek şey ceza miktarlarının arttırılması olmaktadır.Bunun uzun vadede sorunu çözmediği artık apaçık ortadadır.
            Değinilmesi gereken ikinci husus ise Türk Ceza Kanunu’nun durumudur.1980 askeri cuntasının ürünü olan TCK. Nerdeyse her iktidar tarafından değişikliğe uğratılmış,bu yönüyle kırk yamalı bir bohçaya dönmüştür.Suç ve ceza kavramları uzmanlık alanlarımız olmadığından,işlenen suçlara karşılık öngörülen ve uygulanan cezalar hakkında konuşmayacağız.Ancak baklava çalan çocuklara 8-10 yıl hapis cezası veren, cinayet işlemiş insanları 5-6 yıllık infazdan sonra salıveren,birer ıslah kurumu olması gereken cezaevlerinin buraya düşenleri daha da tehlikeli bireyler haline getiren bir hukuki sistemin yetersizliği de açıktır.Reform olarak sunulan değişiklikler şimdiye kadar başarılı netice vermemiş,yeni bir TCK. Yapılması gerektiği çeşitli vesilelerle ortaya konulmuştur.

C-SONUÇ
            Aslında problemin nedenleri bilimsel verilerle ortaya konulduğunda çözüm için üretilecek projelerin mahiyeti de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.artan suç vakalarının durdurulması ve azaltılması konusu ayrı bir çalışmanın konusu olmakla beraber,bizce yukarıda özetle ortaya konulan olgular ışığında yaklaşıldığı takdirde bu konuda olumlu sonuçlar elde edilecektir.Herşeyden önce bu sorun asli ve öncelikli bir konu olarak ele alınmak durumundadır.Demagojik ve sorunun nedenlerini ussal olmayan nedenlere dayandırma politikasından dönülmeli ve ve bu tehlikeli gidişata son verilmelidir.



KAYNAKÇA

              Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi KASI M 2004  |  YIL : 5 | SAYI : 57
         

                  Keleş, R.: Kentleşme ve Konut Politikası, s:43-45, Ankara Üniversitesi Siyasal  Bilimler Fakültesi Yayınları, Rektörlük No: 540-541, Ankara, 1984.

. Kıray, M.: Toplumsal Değişme ve Kentleşme, Kentsel Bütünleşme, s:57-58, Türkiye Gelişme Araştırmaları Vakfı Yayını, No: 4, Ankara, 1984.
           
            www.ntvmsnbc.com
              
. Sencer, Yakut.: Türkiye’de Kentleşme, Bir Toplumsal ve Kültürel Değişme Süreci, Kültür Bakanlığı Yayını, Yayın No:345, Ankara, 1970.
   
            www.kriminoloji.com 2002-2005 Prof. Dr. İbrahim BALCIOĞLU[1]

FRANKFURT OKULU’NDA SANAT VE ESTETİK ANLAYIŞI


FRANKFURT OKULU’NDA SANAT VE ESTETİK ANLAYIŞI



                                                                         “… belirli dönemlerde sanatta görülen büyük               gelişmelerin, ne toplumun genel gelişimiyle, ne de örgütlenmesinin maddi temeli ve iskelet yapısıyla doğrudan ilişkisi vardır.”
                                                                                                                                     (Karl Marx)
            Giriş
            Frankfurt Okulu’nun toplum ile sanat arasında kurduğu ilişkide bir yandan sanat, toplumu kendisine içkin olarak bulundurur, özümler. Diğer yandan sanat; topluma karşı olarak sanat, toplumsal bir itiraz, karşı çıkış ve bir eleştiridir. Toplumun sıradanlaştığı yerde öncü sanat ortaya çıkar ve devrimci bir itiraz yükseltir. Bu noktada okul, sanat ve estetiği kendi tarihsel ve toplumsal bütünlüğü içerisinde ve dinamik bir olgu olarak ele almaktadır. Okulun sanat eleştirisi, böylesi bir estetiğin analiz edilmesi ve eleştiri süzgecinden geçirilmesi temelinde gelişir. Adorno’nun  “…sanatın iddiası daima ideolojik bir nitelik içerir”(Adorno,2009b: 60)  önermesinde ifade ettiği gibi, ideolojiden beslenen sanatın ve estetiğin ortaya çıktığı zeminin tarihi ve toplumsal analizi önem kazanmaktadır.
Tarihsel ve toplumsal analizi yapılırken sanat belli aşamalar üzerinden şöyle anlatılmaktadır: Feodal ideolojiye karşı savaşım veren devrimci sanat ve zaferi; canlılık dönemi ve sonrasındaki düşüş süreci; sanatın kültür endüstrisi içinde kirlenmesi; sanatın eleştirel bir toplumsal güç olarak süregiden temelsiz varoluşu… Eleştirel teorinin analizi, bu genel çerçeveyi sahiplenerek kendi estetik duruşunu şekillendirmektedir.
Frankfurt Okulu’nun sanat ve estetik çözümlemelerini tek bir yaklaşım üzerinden temellendirmek hem mümkün olmamakta, hem de böylesi bir girişim en başta okulun bütün olana karşı duran felsefesine aykırılık teşkil etmektedir. Okul bünyesinde çalışmalar yürütmüş olan düşünürlerin bu konulardaki yaklaşımları arasında da farklılıklar bulunmakta ve bu durum son derece doğal karşılanmaktadır. Yine de belirtmek gerekir ki, okulun sanat anlayışı en temelde Adorno ve Horkheimer tarafından ortaya konulan anlayışlar çerçevesinde kabul edilmektedir. Buradan hareketle bu çalışmada en genelde okulun paylaştığı eleştirel yaklaşımlar ve sanat anlayışı üzerinde durulmaktadır.
Okulun sanat ve estetik anlayışı temelde iki farklı çizginin çatışması ve tartışması üzerinden ortaya konulabilir. Bu çizgilerin ilki, Lenin’in yüzyıl başında dile getirdiği, sonrasında ise Stalinci sosyalist realizmin kısırlığından kurtulamayan “partizan sanat ve edebiyat” yaklaşımıdır. İkincisi ise, sanatı ve edebiyatı yaratıcısının siyasal amaçlarından ziyade, bir sanat ürününün içindeki toplumsal anlamları arayan ve bu konuda Engels’in çizgisinin sürdürücüsü olarak görülebilecek yaklaşımdır. Frankfurt Okulu, en başından itibaren bu ikinci çizgide durmuş ve bu noktada ilk anlayışla çatışma içinde olmuştur.
Eleştirel Teori, sanat ve toplumsal gerçekliğin daima ontolojik bir karşıtlık içinde olduğunu savunur. Sanat yapıtı, burjuva toplumunun bir olumsuzlamasıdır. Bu olumsuzlamayı dile getirirken de, sanat yapıtının toplumsal gerçekliği değiştiren bir eylem olarak ele alınmaması gerektiğini dile getirir. Sanat yapıtı, toplumda sınırlı bir bölgede (“getto”) gerçek değerlere içkin, örnek bir alandır. Bu varlık sahası, toplumsal gerçekliğin dışındadır ve onun müdahalesinden azadedir. Onun bu özerkliği, bugünün ötesindeki toplumun nüvelerini de kendi içerisinde barındırabilmesini sağlar. Başka bir deyişle, bugünün içinde yaşamaktayken, “öteki”yi barındıran ve içkin eleştirelliğe haiz olan bir şeydir sanat. Stendhal’ın deyimiyle söylemek gerekirse; “bir mutluluk vaadi”dir. Burada dile gelen “hangi sanat?” sorusuna Frankfurt Okulu’nun yanıtı nettir: Bu potansiyel yalnızca modernizmde, modern sanatta vardır.
Sanatın toplumla olan ilişkisi değerlendirilirken, bu ilişkinin bir yabacılaşma içerdiği belirtilir. Öyle ki sanat yapıtı sayesinde sanatçı, kendisini verili olandan soyutlamakta, böylece “öteki evren”i kurabilmektedir. Sanatın biçimi, toplumun içeriğinin baş düşmanıdır. Burada ideoloji olarak sanat, egemen ideoloji(ler)in karşısındadır ve onu değillemek misyonunu yerine getirmektedir:
“Günümüzde, sanat ve gerçeklik arasındaki uçurumu kapatmak olmasa da, sistemli olarak azaltma çabalarında kaybolan bu ikinci yabancılaşmadır. Çaba, başarısızlığa uğramaya mahkumdur. Elbette gerilla tiyatrosunda, özgür basının şiirlerinde, rock müziğinde başkaldırı vardır. Ancak sanatın olumsuzlayıcı gücü olmadan sanatsal olarak kalırlar. Kendisini gerçek yaşamın bir parçası yaptığı ölçüde sanat, yerleşik düzene muhalif olma özelliğini kaybeder. Bu düzene içkin kalır, tek boyutlu olur ve böylece düzene yenilir.” (Marcuse’den aktaran:Dellaloğlu,2007: 63).

Olumlama ve Olumsuzlama Olarak Sanat
Frankfurt Okulu’nda liberal burjuva döneminin sanatı, “olumlama” olarak ifadesini bulmaktadır. Bu sanat, meta üretiminin şeyleşmiş görünümünün ardındaki insan doğasını ve insan ilişkilerini açığa çıkarmayı esas almaktadır:
“… Olumlayıcı kültür, yalnızca, sonunda şeyleşmeye yenilmek için, şeyleşmeye karşı ruhu bir protesto olarak kullanır… Olumlayıcı kültürün ait olduğu varoluş biçiminde, ‘yaşama sevinci… yalnızca, yanılsama içinde, bir sevinç olarak olanaklıdır.’ Ama bu yanılsamanın doyum sağlayıcı, gerçek bir etkisi vardır. Buna karşın, doyum sağlamanın anlamı, belirgin bir şekilde değişir, statükonun hizmetine girer.” (Marcuse’den aktaran:Slater,1998: 230).
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere Marcuse, olumlayıcı kültürün kendisine ait varoluş amacından kaynaklı bir iktidarsızlığa mahkum bulunduğunu söyler. Bu söylem, estetik ve sanat bağlamında idealizmin hem teorik hem de pratik olarak aşılması gerektiği düşüncesinin sonucudur. Nihayetinde burjuva toplumunda sanat, verili toplumsal gerçeklikleri dile getirmekte, bunları yansıtan bir işlev görmektedir. Böylesi bir sanat ve estetik anlayışı kabul edildiğinde, “yanlış” olarak kurulmuş bir toplumsal yapının, toplumsal gerçekliğin nasıl “doğru” olarak gösterilebileceği gibi bir soru ortaya çıkar. Frankfurt Okulu, Platon ve Aristoteles’ten günümüze kadar sanatta hakim olan ve onu bir olumlama aracı olarak kullanan yansıma (mimesis) kuramına[1] karşı eleştirel bir karşı çıkış gerçekleştirmekte ve buna karşı sanatın olumsuzlama işlevi üzerinde durmaktadır. Okul düşünürlerinden Marcuse, “olumlama” üzerine yazdığı makale ile bu anlayışın günümüzdeki ‘faşist’ olmayan kapitalizmin de popüler kültür ile belli bir totalitarizmin hakim kılındığını ifade etmektedir.
Frankfurt Okulu’nun sanatın olumsuzlaması üzerine olan tutumu büyük oranda Adorno’nun bu konudaki düşünceleri üzerinden temellendirilir. Adorno’ya göre “iletilemeyenin iletimi” olan sanatın yapımı “şeyleşmiş olan bilincin parçalanmasını” getirir. Ona göre sanatın anlaşılmazlığı, kendi doğasında olan olumsuzlamaya olan sadakatinden kaynaklanır:
“İnsana yakışan tek tin (geist), toplumun biçimlendirdiği haliyle ona yaltaklanmak değil, o bilemese de kendisinin olan neden üzerine düşünen tin’dir” (Aktaran:Slater,1998: 252).
Teorinin ‘olumsuzlaması’, politik ve toplumsal düzlemde devrimci bir praksisin eksikliğini hisseder. Gerçek toplumsal olumsuzlama böylesi bir düzlemde gerçekleşeceğinden, okulun sanat teorisi edilgen, etkisiz durmakta ve bu yüzden de eleştiri almaktadır. Sanat-praksis ilişkisi üzerine Adorno şöyle yazar:
“Sanat praksisten daha fazla bir şeydir, çünkü praksise bile sırtını döner, pratik dünyanın sınırlamalarını ve yanlışlığını da eşit ölçüde açığa vurur. Dünyanın pratik yeniden düzenlenmesi gerçekleşmediği sürece, praksisin belki de bu olguya doğrudan bir etkisi olmayabilir” (Aktaran:Slater,1998: 252).
Adorno, sanatla praksis arasındaki ilişkide, sanatın praksisten çok daha ilerde bir noktada bulunduğunu dile getirmektedir. Bu noktada praksise dönük ve ona bağlı olmayan bir sanat anlayışının olması gerektiğini vurgular. Ancak burada praksisi tamamen reddetmekten daha ziyade, onu sanatın üstünde görmekte ve dünyanın yeniden düzenlenmesi noktasında sanatın daha az anlaşılan ve toplumsal olaylardan azade bir noktada olması gerektiği fikrini savunmaktadır:
“Bir gün, faşist ülkelerde bile, kitlelerin kalplerinin derinliklerinde hakikati gizlice bildikleri ve hiçbir şey hatırlarından çıkmadığı halde transları sona erdiğinde bildiklerini bilince çıkartan katatonik hastalar gibi, yalana inanmadıklarını öğrenebiliriz. Bu yüzden, kolayca anlaşılmayan bir dili konuşmayı sürdürmek tümüyle anlamsız olmayabilir” (Horkheimer’den aktaran:Slater,1998: 256).
“Bugünün meşru sanat yapıtlarının istisnasız hepsi toplumca onaylanmayan şeylerdir”(Adorno,2009a: 222).
Frankfurt Okulu’nun praksis ile sanatı birbirinden bu biçimde farklı biçimlerdeki yorumlanışı, beraberinde okula yönelik pek çok eleştiriyi de getirmiştir. Bu teori ve özel olarak da Adorno’nun sanatın işlevi, sanatçının ve sanat yapıtının anlaşılamazlığı ve toplumsallıkla olan bağı konularındaki tespitleri hem seçkincilikle hem de karamsar-kötümser olmakla eleştirilmiştir.  

Georg Lukacs ve Sosyalist Gerçekçilik
Eleştirel Teori’nin yeni yeni ortaya çıktığı ve okulun yapılandığı dönemde, sanat üzerine olan komünist çizgiyi Lukacs temsil etmektedir. Lukacs’ın sanat ve estetik yaklaşımı, Ekim Devrimi öncesi ve sonrası büyük farklılıklar gösterdiğinden iki dönem olarak incelemek gerekmektedir. Devrim öncesi sanat ve estetik düşüncelerini kaleme aldığı Tarih ve Sınıf Bilinci adlı yapıtı, Frankfurt Okulu estetik kuramının oluşmasına da kaynaklık etmiştir. Ancak Stalin döneminde düşünsel anlamda farklı bir noktaya gelmiş ve söz konusu kitabındaki kimi düşüncelerini reddetme noktasına gelmiştir. Burada Frankfurt Okulu sanat ve estetik kuramı ile olan düşünsel çatışması da ortaya çıkmaktadır. Özellikle de sanat üzerine Adorno ile yürüttüğü tartışmalar, üç temelde ele alınabilir:
1-      Modern estetik ve yansıma estetiği tartışması
2-      Marksist estetiğin nasıl olması gerektiği üzerine tartışma
3-      Brecht ve sanat anlayışı üzerine tartışma.
Lukacs, sanatsal biçimi, toplumsal içeriğin bir türevi olarak görür. Adorno ise sanat yapıtının üretimini, öznenin nesnel dünyayı özümseyip içselleştirme derecesinde kavranabilmiş olmasına; ama bunu da estetik biçimin kendine ait yasalarla yapabilmesine bağlar. Bu yöntemle üretilen sanat yapıtı, gerçeğe karşıtlık konumu kazanmakta, verili olana eleştirel bir tutum takınmaktadır. Bu temelde sanat, aktüel dünyanın negatif bilgisi olmaktadır.
Tartışmanın bir diğer konusu ise Lukacs’ın ‘yansıma estetiği’ni savunmasına karşılık, Adorno ve çoğu Frankfurt Okulu üyesinin buna karşı ‘modern estetiği’ savunması noktasında gelişmektedir. Bu noktada Lukacs modern sanatı “dekadans”[2] bulmaktadır. Öyle ki, bu kavramı sık sık faşizmle özdeşlik kurarak kullanır. Dekadans; ideoloji analizlerindeki ‘yanlış bilinç’ kavramının estetik alandaki karşılığı durumundadır. Ancak Lukacs ağırlıkla da ikinci döneminde, estetiğe hep dışarıdan bakmakla eleştirilir. Eleştiri, Lukac’ın estetiğe dair tartışmaları estetik evrenin dışında ve ideolojik angajmanlarla yaptığı üzerine kuruludur. Bu anlamda Lukacs önce Marksist, sonra estetikçi olarak değerlendirilmiştir.
Lukacs’a göre sanat yapıtı, kendi perspektifine göre dünyaya bakıp bir şeyler söylemekle görevlidir. Fakat bundan sonra da yapıtın söylediklerinin sosyal bilimlerce doğrulanmasını beklemektedir. Bu anlayış da Frankfurt Okulu’nca, sanattaki öznelliğe ket vuran ve sanatla bilim ilişkisini çok basite indirgeyen bir anlayış olarak değerlendirilir.
“Gerçekçilik”, Lukacs’ın üzerinde yoğunca durduğu bir diğer kavramdır. Hatta bu konuda fetişizme varan bir partizan sanat anlayışına sahiptir. Ancak Frankfurt Okulu’na göre tıpkı ekonomi-politikte olduğu gibi, sanatta da fetişizmi aşmanın yolu, soyutlamanın eleştirel gücünü kullanabilmekten geçer. Bu konuda da okul ve Lukacs çelişmektedir. Lukacs ‘normal’ sanat yapıtlarını aykırı çalışmalara karşı savunurken; Adorno’ya göre “sanatın doğasına yabancı” bir tavır takınmaktadır. İki düşüncenin söz konusu ayrılığı, kendisini ‘expresyonizm’ (dışavurumculuk)[3] tartışmasında daha net görülmektedir. Lukacs, bu akımı “sonradan faşizme doğru yol alan burjuva ideolojik akımlardan biri” olarak tanımlar. Ona “çürümüş-parazit” yaftalarını yapıştırarak “sözde muhalif” ve “sözde devrimci” olduklarını savunur:
“Savaş sonrası dönemin en gerici burjuvazisinin karma ideolojisi olan faşizm, emperyalist çağın çürümüş parazit özellikleri gösteren bütün akımların mirasçısıdır. Bu akımlara sözde devrimci ve sözde muhalif hareketler de dahildir” (Aktaran:Slater,1998: 243).
Frankfurt Okulu ise bu düşüncelerin karşısında bir görüşü savunmaktadır. Okula göre eleştirel sanat, tam da kendini birleşik bir ajitatif iletişim olarak ya da herhangi bir türde tutarlı bir kavramsal iletişim olarak sınırlamayı reddettiği için eleştireldir.
“Kapalı estetik imgeler, anlaşılabilir toplumsal eleştiri adına, biçimsel bir kavramsal tutarlılık gerçekleştirmek için büyük zorluklar çıkaran ve böylece iletişimin tümden yaygın ve zenginleştirici aygıtını tanımlayan ve doğrulayan çalışmalardan çok daha belirgin olarak statükoyu eleştirirler” (Adorno’dan aktaran:Slater,1998: 244).
Adorno’nun sözlerinden yansıyan bu anlayış, estetik ve sanat alanındaki tüm özdeşlikleri yadsır. Sanat, ne sınıfsız-sınırsız toplumu, ne de bu toplum için yürütülen savaşımı temsil etmez. Sanatın eleştirel gücü, zaten onun hiçbir şeye ‘karşılık’ gelmemesinden beslenir. Sanat, karşılık gelmeyi yoksar, aksine sanat yapıtı, yalnızca kendisidir.
Sanatın toplumsal karakteri topluma karşı kendi içkin hareketidir, toplum hakkında açık bir bildiri olması değil. Onun tarihsel tavrı, sanat yapıtı da nesne olarak gerçekliğin bir parçası olsa bile, ampirik gerçeklikle bağdaşmaz. Sanat yapıtına toplumsal bir anlam yüklenecekse, bu ancak onun işlevsizliği olabilir”(Aktaran:Slater,1998: 244).
“Hiçbir sanat yapıtı, toplumsal örgütlenme içinde, kültürle alış veriş içinde olmaktan kaçınamaz, ama yine de basit elişinin ötesine geçmiş her sanat yapıtında kültüre burun kıvıran bir yön de vardır. Sadece bir sanat yapıtı olmakla kültürü dışlamıştır”(Adorno,2009a: 223).

            Sanat-Devrim İlişkisi ve Öncü Sanat
Frankfurt Okulu’nun sanatı ele alışında ön plana çıkan başlıca konu ‘sanat ve gerçeklik’ arasındaki ilişkidir. Negatif diyalektik, bu noktada ortaya çıkar. Öznenin nesneye, bilincin maddeye karşı olan görece özerkliği (epistemolojideki) burada da sanatın gerçekliğe karşı özerkliği biçiminde dışa vurmaktadır.
Sanat yapıtının doğası gerçek-dışıdır. Bu ise sanatın, verili gerçekliği taşımamasından değil, fazlasını içerdiğinden ve ‘öteki’ olanı anlattığından dolayıdır. Adorno’nun ifadesiyle sürdürmek gerekirse; “sanat toplumun anti-tezidir”. Sanat yapıtı, kasıtlı bir biçimde gerçeklik ile çelişir. Politik olan sanat yapıtında dahi, yapıt sanata daha çok sadakat taşır. Olumsuzlama, biçim aracılığıyla kurulur. Bu da verili gerçeği değilleyen, yeniden kuran, değiştiren, farklı bir şeye dönüştüren yeni bir gerçekliktir. Marcuse’nin tabiriyle “sanatın gerçekliği biçimin surları gerisinde koruma altındadır”. Çünkü sanat dünyayı ve görüneni taklit etmez, onu kavrar. Bunu yaparken de biçim ile içerik arasında tek taraflı bir egemenlik ilişkisi kurulmaz.
Okulun sanat yapıtını değerlendirmede kullandığı iki temel kriteri vardır. Bunlardan birincisi, tematik düzeyler ve ayrıntıların içkin olan biçimsel yasalarla ne derece entegre edilebildiği; ikincisi ise, söz konusu entegrasyonda noksanlar olsa bile, yapıtın olumsuzlama niteliğinin ne derecede korunabildiği konusudur. Ancak bu anlayış, ideolojiden de mutlak bir kopukluk içinde değildir. Bu anlamda, Sartre’ın belirttiği gibi burjuvazi “sanat için sanat” perspektifinde, sanatı işlevsiz, donuk kılmayı amaçlarken; Frankfurt Okulu benzer bir noktadan hareket ederek Marksist sanat anlayışına sentez bir bakış açısı getirmeyi amaçlamaktadır.
Sanatın kendine ait özel bir dil’i vardır. Bu dil ‘dünyanın dili’ni geçersiz kılar. Bu anlamda yapıt, yaratıcısının tek yanlı yönlendirmesinden azade konumdadır. Onun özgürleştirici mesajı ideal olana, bugünün ötesinde olana, tikeldeki evrensele dairdir. Dolayısıyla da angajmana kapalıdır. Böylesi bir yabancılaşma, öncü sanatın doğasında bulunan bir özelliktir. Sanat ile devrim ilişkisi bir zıtlar birlikteliğidir. Sanatın kendine ait özgürlüğe boyun eğme zorunluluğu vardır. Her ikisi de dünyayı değiştirme noktasında perspektif birliği içinde olmakla beraber, sanatın bu hedefi yalnızca yapıttaki estetik biçimde açığa çıkar. Sanat kendi başına dünyayı değiştiremez, yalnızca bu amaçla insanların bilinçlerini değiştirmeye katkıda bulunabilir.
Sanat doğrudan doğruya politikleştiği ölçüde, kendinde barındırdığı değiştirme gücünü, eleştirelliği, radikalliği geriletir. Onun en şiddetli ve yıkıcı hali, doğrudan politik olmadığı durumda açığa çıkar. Sanatın bu özerkliği, onun avant-garde sanata, dadaizme, doğaçlama edebiyat gibi türlere partizan bir yaklaşım göstermesini de önlemiş olur.
Okulun önde gelen isimlerinden olan Marcuse, Marksist sanat ve estetiğin temel tezlerini tartışırken, bu tezlerin ortak noktası olarak üretim ilişkilerinin sanat yapıtında temsil edilmesi perspektifi olduğunu söyler. Ona göre bu durum, üst yapı-alt yapı ilişkilerinin yarattığı bir “estetik adına zorunluluk” durumu olmakta ve sanatın/sanatçının öznelliğini, özerkliğini yok saymaktadır. Vülger Marksizm’e[4] giden yol Marcuse’ye göre tam da bu noktada başlamaktadır:
“Sanat, verili gerçekliği, kurulu düzene karşı, kurulu düzen içinde etkinliğini sürdürdüğü Biçim sayesinde aşar” (Aktaran:Slater,1998: 273).
Frankfurt Okulu gerçeklik’i, Brecht’te veya Ortodoks Marksistlerde olduğu biçimiyle, sınıf mücadelelerine ve üretim ilişkilerine göre değil; Adorno’da olduğu gibi, bugüne dek insan toplumuna nüfuz eden yabancılaşmaya ve şeyleşmeye göre ele alır. Sanatsal üretim, ‘topyekün bir olumsuzlama’ olur. Sonuç olarak söylemek gerekirse özellikle Adorno ve Horkheimer, eleştirel praksisten kendilerini uzak tutmalarına paralel olarak, sanattaki devrimci geleneğe de sırtlarını dönerek, kendi içlerinde bir tutarlılık gösterirler.

Frankfurt Okulu ve Brecht
Marksist estetik ve sanat üzerine başta Adorno ve Lukacs arasında olmak üzere; Adorno-Benjamin, Adorno-Brecht arasında ve Lukacs ile Brecht arasında tartışmalar olmuştur. Frankfurt Okulu’nun sanat ve estetik anlayışının oluşmasında da bu tartışmaların yeri büyüktür.
Adorno, Brecht’in W.Benjamin üzerindeki etkisini zararlı bulmaktadır. Benjamin’in de tıpkı Brecht gibi kaba, vülger bir materyalist anlayışa yakın durması ve ondan etkilenmesi, onu rahatsız eder. Brecht’in, Adorno’nun kılı kırk yaran düşünme ve söyleyişinin aksine, gerçeği en yalın ve kabataslak haliyle, dolaysız olarak kavramak ve anlatmak tarzıdır. Gerçekte ne Lukacs ne de Adorno, Brecht’in estetik anlayışını benimsemez. Ancak ikisinin dayanakları birbirinden farklıdır. Adorno’ya göre Brecht de tıpkı Lukacs gibi altyapı ve üstyapı ilişkilerini fazlaca kaba yorumlayan tipik bir Marksisttir. Lukacs’a göre ise o, siyasal anlamda Marksist gibi göründe de estetik açıdan modernisttir. Her üçünün ortak olduğu nokta ise, sanatın tarihsel gerçeklikleri anlamanın bir aracı olduğu görüşüdür. Ancak Brecht diğer ikisinden farklı olarak, gerçeklik’i siyasal ve ideolojik bir amaç olarak görerek, biçimsel araçları zaman ve mekana değiştirilebilir şeyler olarak algılar. Bu manada Brecht, “Marksist modernist” olarak tanımlanabilir.
Brecht, “partizanlık olarak nesnelliğe” ilişkin epistemolojik nosyonu benimser ve bundan dolayı her türlü soyut eğilimi reddeder. Onun temel kabulü, sınıf tavrı sergileyen eleştirel gerçekçiliktir. Ona göre, roman yazmak, Balzac veya Tolstoy tarzında yazmak değildir. Okura kendi özgül toplumsal gerçekliğinin doğasını açık bir görünümle vermeyen yapıt, roman olamaz. Ancak söz edilen gerçeklik sürekli bir değişiklik geçirmektedir. O yüzden gerçekçiliğe dair her ‘norm’, biçimcilikle nitelenmeye mahkum olacaktır. Bu noktada Lukacs’ın ekspresyonizm hakkındaki olumsuz tavrına tamamen iştirak de etmez. Ekspresyonizmin, tekelci kapitalizmin temel niteliğini ortaya koyamadığına katılmakla beraber, bu durumun Thomas Mann’ın “gerçekçi” yapıtları için de söz konusu olduğunu söyler. Ekspresyonizm de tıpkı Mann gibi, tekelci kapitalist ideolojiden yeterince özgürleşme sağlayan bir muhalefet içermez ama Brecht, bu ikisine de diyalektik-dışı bir damga vurmayı benimsemez.
Brecht tiyatrosu, kapitalist toplumun somut bir olumsuzlamasını sağlarken, böylece ideolojik savaşımla eleştirel sanatı bir potada buluşturmaktadır. Adorno, “şeyleşmiş” toplumu tamamen yadsıyorken, Brecht bu şeyleşmiş toplumun diyalektik temsilini gerçekleştirmektedir. Bütün değer ve ilişkileri tarihselleştirerek, onları fetiş olmaktan çıkarmakta ve böylece tutarlı bir mantıksal çerçeveye oturtmaktadır:
“Tiyatro dünyayı izleyicilerin önünde ortaya serer, böylece onlar da dünyaya el koyabilirler” (Brecht’ten aktaran:Slater,1998: 248).
Brecht 1930’ların başlarında açık bir biçimde izleyicisini ayrıştırma ve yalnızca proleteryayla bütünleşme çabasına girer. Çok daha geniş bir toplumsal kesim varken, sadece proleterler için oyunlar yazar. Adorno ise bu anlayışa şiddetle karşı çıkar. Bağımlı edebiyatta tarafsızlaştırıcı bir uyum olduğu savını ortaya koyar ve onu pozitivist düşünmekle, davranmakla eleştirir. Brecht ise yapıtlarının “baskıya uğramış olana, baskıcıya karşı çıkma ve bunu insanlık adına yapma” çağrısı olarak nitelemektedir. O, böylesi zamanlarda insanlık tamamen yok olmak istemiyorsa eğer, mücadeleci olmalıdır, der. Bu noktada Frankfurt Okulu’na “entel” etiketini de yapıştırmaktan çekinmeyecektir. Bunu yaparken okulu “akademik bakış açısına sahip, edilgen bir diyalektik kültür eleştirisini aşamadığını” söyler. Bu eleştiriden hareketle okul düşünürlerini Alman sosyal demokratlarına daha yakın bir yerde kabul eder.
Brecht, edilgen bir eleştirel konumu reddeder ve yeni kitle iletişim araçlarını “döküntü” olarak küçümsemenin, bu döküntülerin onlar için yeniden üretilmelerini garanti altına almak olduğunu savunur. Bu noktada yeni kitle iletişim araçlarının, olduğu gibi kullanılmayıp proleter çıkarlara uygun, ‘işlevsel’ olarak dönüştürülmesi ve yıkılması gerektiğine inanır. Somut olarak bunu gerçekleştirmek için de, radyoyu dolaysız bir sosyalist propaganda aracı olarak kullanmak ister. Brecht, devrimci ve öncü sanat konusunda Adorno’da olduğu gibi kötümser değildir. Onun iyimserliği, somut savaşıma katılan gayretli birinin çabasına benzetilmektedir.
Buna karşılık Adorno ise sanatı söylemsel iletişim yoluyla somut toplumsal-politik savaşlara bağlamanın, bir yok-sayarak aşma değil, ama barbarlığa teslim olma biçiminde sanatın tamamen ortadan kaldırılması anlamına geleceğine inanmaktadır. Ona göre “hakiki” eleştirel sanat, bize yalnızca zorunlu olarak anlaşılmaz yapıtlar vermektedir.

Sonuç
Frankfurt Okulu sanat ve toplumu mutlak sentez peşinde olmayan, özdeşlik kurmayı amaçlamayan, negatif bir diyalektiğin iki zıt kutbu olarak ele alır. Sanat, verili olanı kabul etmeyen, ona teslim olmayan, biat etmeyendir. Sanat yeni’yi, öteki’nin düşünü kurmayı amaç edilmelidir. Sanat ile toplum birbirinin ‘düşman’ıdır ama ilişkisinin çakıştığı nokta tam da ‘insan’dır. Okul sanat ile umut’u, toplum ile karamsarlığı özdeşleştirmese bile, birbirine yakın bulur. Bu noktada tarafsız olmaya da çalışmaz. Sanatın, yani ‘umut’un tarafını tutar. Bunu yaparken de toplumun karamsarlık yayan gücünü görmezden gelmez.
Sanat insan için “yanlış bütün” içinde, daha geniş bir yaşam alanı açabilmeyi dert edinmelidir. Çünkü tikelin genel içinde yaşamayı sürdürmekten başka şansı yoktur. Ancak sanatın tikele, bu genel içinde sınırlı da olsa bir özerklik sağlayabileceğini, insanın bu özerk alanda düşlerini, ütopyalarını saklayabileceğini savlar. Okul, sanatı fazlasıyla önemser çünkü onlara göre bu alan, somut olmayanın alanı olarak, mutlak’ın egemenliğinin en zayıf kaldığı noktadır. Dolayısıyla insanın ve insani düşlerin “verili olan yanlış bütüne” karşı en güçlü olacağı yeri imlemektedir.
    
  

                                                                        KAYNAKÇA
Adorno, Teodor W. (2009a), Minima Moralia, Metis Yayınları, İstanbul.
Adorno, Teodor W. (2009b), Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi, İletişim Yayınları, İstanbul.
Dellaloğlu, Besim F. (2007), Frankfurt Okulunda Sanat ve Toplum, Say Yayınları, İstanbul.
Horkheimer, Max ve Adorno, Teodor W. (1995), Aydınlanmanın Diyalektiği 1-2, Kabalcı Yayınları, İstanbul.
Jay, Martin (2005), Diyalektik İmgelem, Belge Yayınları, İstanbul.
Marcuse, Herbert (1998), Karşıdevrim ve İsyan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Slater, Phil (1998), Frankfurt Okulu, Kabalcı Yayınları, İstanbul.


[1] Mimesis: Edebiyatta dil aracılığıyla, gerek başkasının veya kendi ağzından anlatarak, gerek bütün kişileri eylem halinde göstererek, var olanı yansıtmak, taklit etmek.
[2] Dekadans: “Düşkünleşmiş” anlamına gelen Fransızca bir sözcük. 19. yy. sonlarında Fransa’da natüralistlere karşı ortaya çıkan sembolizm akımına öncülük eden sanatçılara, edebiyatı soysuzlaştırdıkları ima edilerek verilen isim.
[3] Ekspresyonizm: Doğanın olduğu gibi temsili yerine, duyguların ve sanatçının iç dünyasının yapıtta ön plana çıkarıldığı 20. yy. sanat akımı.
[4] Vülger Marksizm: Marksizmin kaba ve şabloncu değerlendirme ve bunun reel uygulamalarına verilen isim.