TÜRK SİYASAL
İSLAMCILIĞININ VE İSLAMCI CEMAATLERİN KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMI
TÜRKİYE’DE SİYASAL
İSLAMIN TARİHSEL ARKA PLANI
1-ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ
Türkiye’de din ile devlet ilişkisi Cumhuriyetin kuruluşundan
bugüne değin tartışılagelen başlıca konulardan biridir. Osmanlı
imparatorluğunun mirası üzerinden şekillenen cumhuriyet, izlediği laikleştirme
projesiyle ülkede dini devletleştirmiş ve bunun dışındaki tüm dinsel
yapılanmalara yasaklamalar getirmiştir. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, Arap
alfabesinin kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığının kurularak dini tüm
kurumların buraya bağlanarak bizzat devlet tarafından üstlenilmesi gibi
uygulamalar, günümüze değin sürecek olan sancılı bir dönemin başlangıcı
oluştur.
19. yüzyıla girerken dağılmayla yüz yüze kalan Osmanlı’yı
kurtarmak için Osmanlıcılık etkili olmayınca bu kez de Ümmetçilik
düşüncesi etrafında ülkenin Müslüman halklarını dinsel temelde bir arada tutmak
amaçlanmıştı. Ancak Arap ülkelerinde gelişme gösteren milliyetçiliği, Kürt bölgelerindeki
milliyetçi öğeler içeren isyanlar, bu projenin de başarısızlığına yol açmıştı.
Özellikle bu dönemde din Osmanlı toplumlarını bir arada tutmak için dayanılan
başlıca unsurdu ancak Fransız burjuva devriminin ardından her yana sirayet eden
milliyetçilik dalgası, bölgede de etkinlik kazanmış ve bunun sonuçları da kısa
süre içinde kendini göstermişti. Aynı etkinin bir yansıması olarak Türkçülük
akımı da önce aydınlar ve ardından sivil-askeri bürokratlar arasında kabul
görmeye başlamıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti bu temelde orduda, bürokraside
etkinlik kazanarak, sonrasında M. Kemal
öncülüğündeki ihtilali gerçekleştirmiştir.Cumhuriyet dönemi ile Osmanlı
dönemini değerlendiren Naci Kutlay’ın ifadesi iki dönem bağlamında İslam’ın
yerini ortaya koymaktadır: “Tanzimat İslamcılığı Osmanlıcı, Cumhuriyet
İslamcılığı da Türk milliyetçisidir.(Kutlay, 2005, 2003)
Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’li yıllardaki DP iktidarına
kadarki dönemde daha önce söz edilen yasakçı ve baskıcı uygulamalar İslamcı
yapılanmaların yeraltına çekilmesine yol açsa da, etkinlikleri ve
örgütlülükleri bağlamında onları geriletmeyi başardığı da söylenemez. Özellikle
Nakşibendi cemaatleri gerek kırsal olarak tabir edilen köy ve kasabalarda,
gerekse şehirlerde kendilerini bir biçimde idame ettirmişlerdir.
2-1950 SONRASI DÖNEM
1950’li yıllardan itibaren devletin dine yaklaşımında
farklılıklar ortaya çıktı. CHP’nin Kemalist elitlere ve orduya dayalı
politikalarının yerini, komprador ağaların ve taşranın temsilcisi durumundaki
DP politikaları aldı. Bu dönemden sonra İslamcı tarikat ve cemaatler daha
görünür bir zeminde örgütlenmeye ve faaliyetlerini sürdürmeye başladılar.
Önceki dönemde uygulanan yasalarda esnetilerek ve defacto olarak dinsel
yapılanmaların kendilerini kolaylıkla toplum içerisinde sürdürmeleri
sağlanmıştır. Bu dönemden sonraki siyasal İslam-cumhuriyet ilişkileri gerilimli
olmaktan çıkarak birbiriyle etkileşim içerisinde olan bir ilişkilenme biçimine
bürünecektir. “Siyasal İslam’ın cumhuriyetle ilişkileri çok sancılı olsa da çok
trajik değil. İkisi arasında Şerif Mardin’in söylediği gibi bir çatışma değil,
bir karşılaşma ve birbirini değiştirme dönüştürme var.” (Miroğlu,2008, 126) 1960’daki
askeri darbe ve 1971 askeri muhtıra süreçleri de söz edilen ilişkilenmede çok
büyük değişiklikler yaratmayacaktır.
3-12 EYLÜL DARBESİNDEN GÜNÜMÜZE
12 Eylül, din ve devlet arasındaki ilişkiler açısından önemli
bir kırılma dönemini ifade etmektedir. Darbeci generaller, ülkede yükselmekte
olan sol ve Kürt muhalefetlerine
yıllarca sürecek bir baskı ve işkence süreciyle yöneldi. Bunun yanı sıra
sistem, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yadsıdığı dini bu kez bir devlet
politikası haline getirerek Türk-İslam sentezi olarak tanımlanan politikayı üretmeye
başlamıştır. Din dersi okullarda zorunlu hale getirilmiş, ülkede yaşayan tüm
azınlıklar inkar edilmiş, gayrı Müslimler, Aleviler, Kürtler yok sayılmış,
İslamcı yapılanmalara geniş örgütlenme imkanları sunulmuş, tüm bunlarla
ülkedeki muhalif odaklar ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. İslamcı yapılanmalar
ve siyasal İslamcı partiler de bu dönemlerde sistemle uzlaşı içinde bir tavır
sergileyerek, İslam ile Türk milliyetçiliği bir araya getirebilmişlerdir. Bu
noktada hem siyasal İslamcı partiler hem de tarikat yapılanmaları sistem ile
bütünleşerek onun birer siyasal-ideolojik uzantısı haline gelmişlerdir. İslamcı
cemaatler içinde en etkin olanlardan “Gülen
cemaatinin… Kemalizm’e doğrudan meydan okumayarak reformist yollarla Kemalizm
ile bir uzlaşı zemini arayan bir ideolojik hat, aslında cemaatin birçok mecrada
kullana geldiği bir strateji hakkında oldukça aydınlatıcıdır.” (Ercan,
2009,113) Bu konuda hemen tüm İslamcı yapılanmaların, buna benzer bir politika
güttüklerini söylemek mümkündür.
İSLAMCILARIN KÜRT
SORUNUNA YAKLAŞIMLARI
1-GENEL YAKLAŞIM
Türkiye’de siyasal İslamcıların ve İslamcı cemaatlerin Kürt
sorununa yaklaşımlarında farklılıklar ve özgünlükler olmakla beraber, baskın
tutum ve algılayış “Kürtlerle din kardeşliği olduğu, yüzyıllardır kader
ortaklığı yapıldığı, Kürt milliyetçiliğinin iki halkı birbirine kırdırmak için
ortaya çıkarılmış bir fitne olduğu, ülkede yaşayan Kürtlerin herhangi bir baskı
zorlama ya da kıyam görmedikleri, bu
iddia sahiplerinin komünistlerin, emperyalistlerin uşakları oldukları….”
biçimindedir. Özellikle 1980 sonrası yıllarda sistemle bütünleşme eğilimi
içinde olan İslamcılar, bu noktada sistemin eskiden beri süre gelen inkarcı
politikalarını sürdürmektedirler. Kürtlerin varlığı açıkça yadsınmasa da, halk
olarak kimlik temelli demokratik taleplere karşı devletin klasik retoriğini
aşamamaktadırlar. Elbette bunun başlıca nedeni Türkiye İslamcılarının Türk
Milliyetçiliği siyasetini gütmeleri ve bu eksende “devletin ve milletin
bölünmez bütünlüğü”ne dair sahip oldukları inançtır. Bu konuda kimi farklı
İslamcı yapılanmalardan örnekler vermek konuyu anlamada ön açıcı olacaktır.
Adıyaman Menzil’de bulunan Nakşibendi Menzil tarikatının
geçmişten beri Türk milliyetçileri için kutsallık atfedilen bir yer olduğu
bilinir. Kendisi de Siirtli bir Kürt olan Menzil şeyhine Nizamı Alem’ci ve ülkücülerin ilgileri pek çok kez basında işlenmiştir.
Aynı tarikat güncel siyasetten uzak duruyormuş gibi görünmesine rağmen sağ ve
milliyetçi politikacıların uğrak yerlerinden biri olmayı sürdürmektedir. Aynı
şeyhin 1987 seçimi öncesi RP’yi, sonraki yıllarda ANAP’ı desteklediği ve bunu
dile getirdiği bilinen bir durumdur. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar
Müslüman’ım” sözünü şiar belleyen Menzil tarikatı şeyhi M.Reşit Erol
gazetecilerle görüşmesinde sürekli “devlete olan bağlılığını” (Çakır, 2002, 74)
vurgulamaktan geri durmamaktadır.
Yine Haydar Baş’ın
şeyhi olduğu Türkiye’deki en yaygın Kadiri tarikatının yayını olan Öğüt Dergisi
: “… Musul ve Kerkük’e Türkiye’nin müdahale etmesini savunarak Türkçü
politikalara yanaşan dergi, bu konuda en büyük engelin ABD’den geldiğini ifade
ediyor” (Çakır, 2002, 80) Aynı tarikatın kendi televizyon kanalında Türk
milliyetçiliği politikaları ekseninde programlar yaptığı da biliniyor.
İslamcıların milliyetçi duruşları ve orduyla olan ilişkileri
belki de en yalın haliyle 1980 askeri darbesi ve öncesinde de 1971 askeri
muhtırasında görülmektedir.
Yeni Asya Gazetesinin 1971 Muhtırası’nı karşılayan yazısı bu
noktada oldukça çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir: “Bu ses tarihimizin
sesidir…Sanki Mohaç’tan gelen sestir. Bu ses Malazgirt’ten yükselen bir sestir…
Kanije gazilerinin sadasını aksettirmektedir… Bu ses hürriyet ve
istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın, şerefimizin ve haysiyetimizin
bekçileri şerefli paşalarımızın, tek kelimeyle Mehmetçiğimizin sesidir.Bu ses…
son defa “hizaya gel” komutu verenlerin sesidir.” (Çakır, 2002, 96)
Türkiye’deki en etkin ve yaygın cemaat örgütlenmesi
durumundaki Gülen cemaatinin Kürtlere dönük ikiyüzlü ve devletçi-milliyetçi
tutumları da ortadadır. Cemaatin önemli yayınlarından olan Sızıntı dergisi 12
Eylül’ü aşağıdaki cümlelerle karşılamaktadır: “… Bir de anadan doğma
asker-millet vardır. O…aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya…
Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın
tarihimizde kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan
celadetini gördük… Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan
yüce başa binlerce selam!” (Çakır, 2002,106)
Çağ ve Nesil dergileri de benzer bir tutum sergileyerek 12
eylülü karşılıyorlar: “ Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai
bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca
zaferi… Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe,
istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”
“Gülen hareketinin Türk-İslam
sentezinden müteşekkil bir siyasi kimliğe sahip olduğunu en baştan
hatırlatmak gerekmektedir” (Bilici, 2006, 96)
F. Gülen 1977’de yurt çapında yapılan Yüksek İslam
Enstitüleri boykotunu İzmir’de “İslam’da boykot yoktur” fetvasıyla kırdı. 12
Eylül öncesi vaazlarında “var mı Resulullah’ın yürüyüş yaptığı, var mı slogan
attığı?” diye soran F. Gülen, 1980 şubat ayında verdiği bir vaazda, “anarşist
ve terörist” olarak nitelendirdiği kişileri devletin asker ve polisine
bildirmeyenlerin Allah katında sorumlu olduklarını belirterek şöyle diyordu:
“İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaseti
cumhuriye duysun. Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken
ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet!” (Çakır, 2002, 111)
“Nurcu hareketin 1980 sonrasında güç toplayıp militarist
hükümetin de izlediği Türk-İslam sentezine yöneldiği söylenebilir.” (Atacan,
2001, 116)
Fethullah Gülen’in Kürtlere ilişkin düşüncelerini ortaya
koyması bakımından onun ve cemaatinin düşüncelerine “üstat”lık etmiş olan Saidi
Kurdi’ye yaklaşımı da iyi bir örnek teşkil eder. F.Gülen’in sözlerini
okuduğumuzda onun henüz yaşadığı dönemde niçin bir kez bile “üstat”ı ziyaret
etmediğini anlamaktayız: “Her Erzurumlu doğuştan milliyetçi ve biraz da
Turancıdır. Bu düşünce, zihniyet çevrenin tesiriyle bende de vardı. Daha sonra
bu düşünce zail olup gitti, faka ben bu düşüncenin insanıyken, Bediüzzaman’ın
Anadolu’dan çıkmış olmamasını dahi kendimce bir mesele yaptım ve içimde bu
düşünceyi bir ukde olarak taşıdım. Ve işte beni Bediüzzaman ile görüştürmeyen
bu düşüncedir. Ben, Anadolu’nun bağrında gelişmeli ve boy atmalı değil miydi,
demekteydim.” (Kutlay,2005, 64)
Bir çok araştırmacı F.Gülen Cemaati’nin, Saidi Nursi’nin Nur külliyatını
tahrip ettiklerini, çarpıttıklarını ve onun ismini kullanarak Türk
milliyetçiliğine hizmet eden bir “İslamiyet” anlayışı içerisinde olduklarını
ifade etmektedirler. “Söz konusu metinlerde F. Gülen cemaatinin yaptığı
çarpıtmalar Saidi Kurdi’nin kendini Kürt ve Kürdistanlı olarak tanımladığı
parçalar tamamen çıkarılmıştır. Saidi Kurdi’nin Kürtlere ilişkin metinlerinde
yer alan sosyal ve politik ifadeler ise çarpıtılarak Kürt ve Kürdistan
kavramları başka kavramlarla değiştirilmiştir.” (Toplum ve Kuram, s:2, 114)
F.
Gülen cemaatinin Kürt sorununa bakış açısını belki de en güzel anlatan örnek
son dönemde cemaatin yayın organlarından biri olan televizyon kanalından
yayınlanmakta olan “Tek Türkiye” isimli
dizidir. Söz konusu dizide Kürtler çağ dışı kalmış, ilkel, gerici,
terörist gösterilerek bundan çıkış yolu olarak öncelikle askere-devlete biat,
dine sarılma ve dilini-kültürünü-tarihini, kısaca kendini inkar etmesi
gösterilmektedir.
Kürtlere ve Kürt sorununa bakış açısı Türkiye’deki siyasal
İslamcı partiler açısından da benzerdir. MNP, MSP, RP, FP, SP ve en son AKP de
izlenen Kürt politikaları kimi dönemler
farklı söylemler kullanılmış olsa da özünde hep aynı olmuştur. Kürt kimliğini
inkar etmeden bu partilerde siyaset yapabilen Kürt yoktur. Seçim öncesi
süreçlerde oy kaygısıyla ve elbette
Kürtlerin dini muhafazakarlık duygularına hitap eden İslamcı partiler, konu
Kürtlerin kimlik, dil, kültür, eşit anaysal yurttaşlık taleplerine geldiğinde
alabildiğine devletçi, statükocu, inkarcı bir duruş sergilemektedirler. Bu noktada “RP’nin 1994’te DEP Davasında
Mecliste izlediği milletvekilliklerinin düşürülmesi yönündeki tutumu..”
(Gülalp,2003, 102) İslamcıların samimiyetini ve demokratlığını da ortaya
koymaktadır. “İslam kardeşliği, ümmetçilik” söylemini kullanarak Kürtler’den
destek isteyen bu partiler, son dönem izlediğimiz gibi Kürtlerin hak ve
özgürlük talepleri karşısında orduyla ve Kemalist bürokrasi ile açık bir
işbirliği yapmaktadırlar.
Kürt politik hareketini din karşıtı, ateist gösteren
söylemleri sıkça kullanan İslamcı politikacılar bir yandan bölge insanını
açlıkla terbiye etme politikası güderken,öte yandan da sözde hayır kurumlarını
yaygınlaştırmakta ve insanları makarnayla, kömür yardımıyla satın almaya
çalışabilmektedir. Bu noktada son dönemde örgütlülük alanları, iktidar
partisinin de açık desteğiyle genişleyen
İslamcı kurumlar ve dernekler hep bu siyasetin birer uzantısı durumundadırlar.
Kürdistan’da İslamcı STK’lar: Mustazaf-Der (son dönem
Hizbullah ile ilişkili olduğu gerekçesiyle kapatıldı), Toplum-Der, Özgür-Der,
Gönül Köprüsü Derneği, Kimse Yok mu Derneği,Hayır Kapısı Yardımlaşma Derneği..
2-AYKIRI SÖYLEMLER
İslamcılar söz konusu siyaset ve söylemleri yürütürken, yine
İslamcı olan ama Kürtleri inkar etmeyip onların demokratik meşru taleplerini
sahiplenen başka İslamcı örgütlenmelere, aydın kişilere ise Kürtlere karşı uyguladıkları baskı ve zorun
bir benzerini uygulamaktadırlar. Kürt Nurcu Med-Zehracılar buna örnek oluşturuyor. Kürt politik
hareketinin taleplerinin meşruiyetini kabul eden ve bunun aynı zamanda İslamın
da temel şartlarından olduğunu söyleyen Saidi Kurdi öğretisine bağlı
Med-zehra’cılara karşı Hizbullah’ın kullanılarak bu saldırılması ve öncüleri
durumundaki İzzettin Yıldırım’ın öldürülmesi…” (Kutlay, 2005,158) bu konuda
açık bir veri durumundadır.
Yine Salih
Mirzabeyoğlu liderliğindeki radikal İslamcı İBDA yapılanmasına karşı yapılan
sert müdahalelerin altında yatan nedenlerin başında, bu örgütün Kürt sorunu
noktasında klasik İslamcılardan ayrılan tutumu olmuştur. Devletin bu
yapılanmaya en sert biçimde müdahale ederken, Kürtleri inkar eden diğer pek çok
radikal İslamcı yapılanmaya karışmaması, hatta bölgede bunların
örgütlenmelerini desteklemesi bu konuda bizi doğrular nitelikte bir olgudur.
3- KÜRT SORUNU KARŞISINDA İSLAMCI
AYDINLAR
“… Sentezci olmayan İslamı temsil eden RP’nin Türk
milliyetçileriyle yaptığı ittifak, Kürt milliyetçilerinin önündeki en büyük
engelin kendiliğinden ortadan kalkması sonucunu doğurdu. Halbuki Türkiye
Müslümanlarının sağ ideolojiden yakalarını kurtarmaları daha yeni bir
vakaydı.” ( Mehmet Ay, 1994, 7-15)
“… Kürt sorunu bir insanlık sorunudur. Burada, hakları
elinden alınan bir halk söz konusu. Eğer Lozan Konferansı’nda bu haklar güvence
altına alınabilseydi, bu tartışma bugün çok daha farklı bir biçimde
yapılabilirdi…. Kürtler kendi meselelerini kendileri çözecek durumda değil.
Müslümanlar ve diğer ideolojik gruplar da kendi politikalarını üretemiyorlar.”
(A. Dilipak, 1992,)
“… Ben bir Müslüman olarak bulunduğum konumda Kürt sorununa bakmakla
yükümlüyüm.Bana göre bu bölgede somut gerçekliği olan bir Kürt halkı
yaşamaktadır.Onların farklı etnik kökene ve dile sahip olması Allah’ın
ayetlerindendir. Kürt halkı, Kürtçe konuşan bir Müslüman halktır ve İslam
tarihi ve kültür kuşağı içinde yaşamaktadır. Kürdistan da İslam dünyasının
tabii ve vazgeçilmez bir parçasıdır..” Ali Bulaç, 1993)
“…Müslüman Kürt halkı
her türlü ve çok boyutlu bir zulme muhatap mazlum bir kavimdir. Bu konuda sorunu
olan ise maalesef bazı Müslüman şahıs, grup veya kitlelerdir. Çünkü bu
mazlumiyeti bir türlü görmemekte veya bu zulme karşı mazlumun yanında hakperest
bir tavır koymak noktasında bizzat İslam’ın emrettiği adaleti pratikte bir
türlü ortaya koyamamaktadırlar. (Mehmet Pamak, 1993, 275)
Yukarıda alıntılanan Müslüman aydınların yanı sıra İsmail Kara, Altan Tan, Ayhan Bilgen ve daha
birçok kişi Kürt sorununu teşhis etmede ana damar İslamcı siyasetin ve duruşun
dışında bir söylem ortaya koymaktadır.
Bunların yanında Nazlı
Ilıcak, Mehmet Metiner, Taha Akyol, Fehmi Koru, Cüneyt Zapsu gibi daha
sayılabilecek pek çok İslamcı ise farklı çıkarları gereği Kürt sorununa ve
sorunun çözüm dinamiklerine karşı halen iktidar ve sistem odaklı bir duruş
sergilemektedirler. Kürt halkının kendi siyasal mekanizmalarına, siyasal
iradelerine karşı hasmane bir tavır takınan bu kimseler, Kürtler olmaksızın bir
çözümden yanadırlar. Dolayısıyla da siyasal İslamcı partilerde üst düzey
görevler, ilişkiler ve çıkarlar bu kimselere sunulmakta bu kimselerin ürettiği
politikalar kitleye, kamuoyuna, özellikle Kürt halkına empoze edilmeye
çalışılmaktadır. Kürt sorununa ağırlıklı bakış açısının bu minvalde olması
sonucunda ve ellerindeki kamuoyu yaratma imkan ve olanaklarının genişliği, sorunu
daha da ağırlaştırmakta ve sürüncemede kalmasının da nedenlerinden birisini
teşkil etmektedir.
Kuşku yok ki sorunun çözümündeki en önemli dinamiklerden
biri, aydın entelektüel söylem ve tutumun, demokrat yaklaşımın, empatinin ve
geçmişle- Kemalizmle- inkarcı İslamcı politikalarla yüzleşmekten geçmektedir.
SONUÇ
“Susuz ve ekmeksiz yaşayabilirim ama özgürlük olmadan asla!”
Saidi Kurdi
Türkiye’de on yıllardır sürmekte olan düşük yoğunluklu savaş,
Kemalist sistemin başta Kürtler olmak üzere, ülkede yaşayan pek çok farklı
etnik topluluğu, kültürü, dili ve dinsel yapılanmalara karşı yürüttüğü baskıcı,
asimilasyoncu, inkarcı ve hatta bir çok kere imhacı politikalarından
beslenmektedir. Kemalizmin bu politikalarından sadece Kürtler değil, gayrı
Müslim azınlıklar, Aleviler, İslamcılar ve daha birçok kesim kendi payına
düşeni almıştır.
Ancak son otuz yılda sistemle bütünleşme eğilimleri artan
İslamcı kesim ve cemaatler, bunların siyasal örgütleri, sistemin Kürt
retoriğini benimseyerek bu politikalara ortak olma yolunu seçmişlerdir.
Aralarında muhalif, aydın duruşlar ve kimi dönemlerde ortaya çıkan farklı
söylemler olmakla birlikte, genelde karşılaşılan tablo budur. Yaklaşık on
yıldır iktidarda olan, siyasal İslamcı kadroların ana damarını oluşturdukları partinin
Kürt politikalarına ve sorunun çözümü noktasındaki çıkarcı, kaypak ve orduyla
işbirliği temelindeki duruşları da bunu kanıtlamaktadır. Beri yandan İslamcı
parti ve tarikat yapılanmaları, devşirdikleri kendi Kürtleri aracılığıyla bu
politikaları Kürt coğrafyasında hakim kılmaya ve gelişen Kürt muhalefetini,
Kürt politik hareketini sekteye uğratmak, marjinalize etmek için seferber
olmaktadırlar.
Hiç kuşkusuz bu tavır ve duruş, ne gerçek Müslümanlıkla ne de
demokratlıkla örtüşmemektedir. İslamcı aydınlar arasından yükselen sesler bunu
anlatmaktadır. Ancak apaçık ortada olan bu gerçeklere rağmen, sistemden
nemalanmak ve kendi varlıklarını korumak namına Kürtleri inkar eden, kendi
devamını bu inkara dayandıran siyasal İslamcı kesimler, sorunun daha da
çetrefil kazanmasından ve çözümün belirsiz tarihlere ötelenmesinden öteye bir
vizyon ortaya koyamamaktadır. Oysa birçoğunun dilinden düşürmediği ve sözde
rehber edindiği, “üstat” diye çağırdığı Bediüzzaman Saidi kendi çözümünü daha en başta net olarak ortaya
koymuştu: “Susuz ve ekmeksiz yaşayabilirim ama özgürlük olmadan asla!”
KAYNAKÇA
1) Atacan,
Fulya (2001), A Kurdish Islamist Group
in Modern Turkey, Middle eastern Studies, 37 (3)
2) Bulaç,
Ali (1992), Kürd Soruşturması, Sor
Yayınları, İstanbul.
3) Çakır,
Ruşen (2001), Derin Hizbullah, Metis
yayınları, İstanbul.
4) Çakır,
Ruşen (2002), Ayet ve Slogan: Türkiye’de
İslami Oluşumlar, Metis Yayınları, İstanbul.
5) Çiçek,
Nevzat (2008), Puşi ve Sarık: İslam Kürt
Sorununu Çözer mi?, Hayykitap, İstanbul.
6) Ercan,
Harun (2009) Şeş u Yek: gülen Cemaati ve
Bir Karşı Propaganda Girişimi Olarak tek Türkiye Dizisi, Toplum ve Kuram
Dergisi, sayı:2, İstanbul.
7) Gülalp,
Haldun (2003), Kimlikler Siyaseti,
Metis yayınları, İstanbul.
8) Kutlay,
Naci (2005), Türk Siyasal İslamcılığında
Kürt Damarları, Beybun Yayınları, Ankara.
9) Siverekli,
İsmet (2008), Kürdistan’da Siyasal
İslam, Peri Yayınları, İstanbul.