4 Temmuz 2012 Çarşamba

FRANKFURT OKULU’NDA SANAT VE ESTETİK ANLAYIŞI


FRANKFURT OKULU’NDA SANAT VE ESTETİK ANLAYIŞI



                                                                         “… belirli dönemlerde sanatta görülen büyük               gelişmelerin, ne toplumun genel gelişimiyle, ne de örgütlenmesinin maddi temeli ve iskelet yapısıyla doğrudan ilişkisi vardır.”
                                                                                                                                     (Karl Marx)
            Giriş
            Frankfurt Okulu’nun toplum ile sanat arasında kurduğu ilişkide bir yandan sanat, toplumu kendisine içkin olarak bulundurur, özümler. Diğer yandan sanat; topluma karşı olarak sanat, toplumsal bir itiraz, karşı çıkış ve bir eleştiridir. Toplumun sıradanlaştığı yerde öncü sanat ortaya çıkar ve devrimci bir itiraz yükseltir. Bu noktada okul, sanat ve estetiği kendi tarihsel ve toplumsal bütünlüğü içerisinde ve dinamik bir olgu olarak ele almaktadır. Okulun sanat eleştirisi, böylesi bir estetiğin analiz edilmesi ve eleştiri süzgecinden geçirilmesi temelinde gelişir. Adorno’nun  “…sanatın iddiası daima ideolojik bir nitelik içerir”(Adorno,2009b: 60)  önermesinde ifade ettiği gibi, ideolojiden beslenen sanatın ve estetiğin ortaya çıktığı zeminin tarihi ve toplumsal analizi önem kazanmaktadır.
Tarihsel ve toplumsal analizi yapılırken sanat belli aşamalar üzerinden şöyle anlatılmaktadır: Feodal ideolojiye karşı savaşım veren devrimci sanat ve zaferi; canlılık dönemi ve sonrasındaki düşüş süreci; sanatın kültür endüstrisi içinde kirlenmesi; sanatın eleştirel bir toplumsal güç olarak süregiden temelsiz varoluşu… Eleştirel teorinin analizi, bu genel çerçeveyi sahiplenerek kendi estetik duruşunu şekillendirmektedir.
Frankfurt Okulu’nun sanat ve estetik çözümlemelerini tek bir yaklaşım üzerinden temellendirmek hem mümkün olmamakta, hem de böylesi bir girişim en başta okulun bütün olana karşı duran felsefesine aykırılık teşkil etmektedir. Okul bünyesinde çalışmalar yürütmüş olan düşünürlerin bu konulardaki yaklaşımları arasında da farklılıklar bulunmakta ve bu durum son derece doğal karşılanmaktadır. Yine de belirtmek gerekir ki, okulun sanat anlayışı en temelde Adorno ve Horkheimer tarafından ortaya konulan anlayışlar çerçevesinde kabul edilmektedir. Buradan hareketle bu çalışmada en genelde okulun paylaştığı eleştirel yaklaşımlar ve sanat anlayışı üzerinde durulmaktadır.
Okulun sanat ve estetik anlayışı temelde iki farklı çizginin çatışması ve tartışması üzerinden ortaya konulabilir. Bu çizgilerin ilki, Lenin’in yüzyıl başında dile getirdiği, sonrasında ise Stalinci sosyalist realizmin kısırlığından kurtulamayan “partizan sanat ve edebiyat” yaklaşımıdır. İkincisi ise, sanatı ve edebiyatı yaratıcısının siyasal amaçlarından ziyade, bir sanat ürününün içindeki toplumsal anlamları arayan ve bu konuda Engels’in çizgisinin sürdürücüsü olarak görülebilecek yaklaşımdır. Frankfurt Okulu, en başından itibaren bu ikinci çizgide durmuş ve bu noktada ilk anlayışla çatışma içinde olmuştur.
Eleştirel Teori, sanat ve toplumsal gerçekliğin daima ontolojik bir karşıtlık içinde olduğunu savunur. Sanat yapıtı, burjuva toplumunun bir olumsuzlamasıdır. Bu olumsuzlamayı dile getirirken de, sanat yapıtının toplumsal gerçekliği değiştiren bir eylem olarak ele alınmaması gerektiğini dile getirir. Sanat yapıtı, toplumda sınırlı bir bölgede (“getto”) gerçek değerlere içkin, örnek bir alandır. Bu varlık sahası, toplumsal gerçekliğin dışındadır ve onun müdahalesinden azadedir. Onun bu özerkliği, bugünün ötesindeki toplumun nüvelerini de kendi içerisinde barındırabilmesini sağlar. Başka bir deyişle, bugünün içinde yaşamaktayken, “öteki”yi barındıran ve içkin eleştirelliğe haiz olan bir şeydir sanat. Stendhal’ın deyimiyle söylemek gerekirse; “bir mutluluk vaadi”dir. Burada dile gelen “hangi sanat?” sorusuna Frankfurt Okulu’nun yanıtı nettir: Bu potansiyel yalnızca modernizmde, modern sanatta vardır.
Sanatın toplumla olan ilişkisi değerlendirilirken, bu ilişkinin bir yabacılaşma içerdiği belirtilir. Öyle ki sanat yapıtı sayesinde sanatçı, kendisini verili olandan soyutlamakta, böylece “öteki evren”i kurabilmektedir. Sanatın biçimi, toplumun içeriğinin baş düşmanıdır. Burada ideoloji olarak sanat, egemen ideoloji(ler)in karşısındadır ve onu değillemek misyonunu yerine getirmektedir:
“Günümüzde, sanat ve gerçeklik arasındaki uçurumu kapatmak olmasa da, sistemli olarak azaltma çabalarında kaybolan bu ikinci yabancılaşmadır. Çaba, başarısızlığa uğramaya mahkumdur. Elbette gerilla tiyatrosunda, özgür basının şiirlerinde, rock müziğinde başkaldırı vardır. Ancak sanatın olumsuzlayıcı gücü olmadan sanatsal olarak kalırlar. Kendisini gerçek yaşamın bir parçası yaptığı ölçüde sanat, yerleşik düzene muhalif olma özelliğini kaybeder. Bu düzene içkin kalır, tek boyutlu olur ve böylece düzene yenilir.” (Marcuse’den aktaran:Dellaloğlu,2007: 63).

Olumlama ve Olumsuzlama Olarak Sanat
Frankfurt Okulu’nda liberal burjuva döneminin sanatı, “olumlama” olarak ifadesini bulmaktadır. Bu sanat, meta üretiminin şeyleşmiş görünümünün ardındaki insan doğasını ve insan ilişkilerini açığa çıkarmayı esas almaktadır:
“… Olumlayıcı kültür, yalnızca, sonunda şeyleşmeye yenilmek için, şeyleşmeye karşı ruhu bir protesto olarak kullanır… Olumlayıcı kültürün ait olduğu varoluş biçiminde, ‘yaşama sevinci… yalnızca, yanılsama içinde, bir sevinç olarak olanaklıdır.’ Ama bu yanılsamanın doyum sağlayıcı, gerçek bir etkisi vardır. Buna karşın, doyum sağlamanın anlamı, belirgin bir şekilde değişir, statükonun hizmetine girer.” (Marcuse’den aktaran:Slater,1998: 230).
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere Marcuse, olumlayıcı kültürün kendisine ait varoluş amacından kaynaklı bir iktidarsızlığa mahkum bulunduğunu söyler. Bu söylem, estetik ve sanat bağlamında idealizmin hem teorik hem de pratik olarak aşılması gerektiği düşüncesinin sonucudur. Nihayetinde burjuva toplumunda sanat, verili toplumsal gerçeklikleri dile getirmekte, bunları yansıtan bir işlev görmektedir. Böylesi bir sanat ve estetik anlayışı kabul edildiğinde, “yanlış” olarak kurulmuş bir toplumsal yapının, toplumsal gerçekliğin nasıl “doğru” olarak gösterilebileceği gibi bir soru ortaya çıkar. Frankfurt Okulu, Platon ve Aristoteles’ten günümüze kadar sanatta hakim olan ve onu bir olumlama aracı olarak kullanan yansıma (mimesis) kuramına[1] karşı eleştirel bir karşı çıkış gerçekleştirmekte ve buna karşı sanatın olumsuzlama işlevi üzerinde durmaktadır. Okul düşünürlerinden Marcuse, “olumlama” üzerine yazdığı makale ile bu anlayışın günümüzdeki ‘faşist’ olmayan kapitalizmin de popüler kültür ile belli bir totalitarizmin hakim kılındığını ifade etmektedir.
Frankfurt Okulu’nun sanatın olumsuzlaması üzerine olan tutumu büyük oranda Adorno’nun bu konudaki düşünceleri üzerinden temellendirilir. Adorno’ya göre “iletilemeyenin iletimi” olan sanatın yapımı “şeyleşmiş olan bilincin parçalanmasını” getirir. Ona göre sanatın anlaşılmazlığı, kendi doğasında olan olumsuzlamaya olan sadakatinden kaynaklanır:
“İnsana yakışan tek tin (geist), toplumun biçimlendirdiği haliyle ona yaltaklanmak değil, o bilemese de kendisinin olan neden üzerine düşünen tin’dir” (Aktaran:Slater,1998: 252).
Teorinin ‘olumsuzlaması’, politik ve toplumsal düzlemde devrimci bir praksisin eksikliğini hisseder. Gerçek toplumsal olumsuzlama böylesi bir düzlemde gerçekleşeceğinden, okulun sanat teorisi edilgen, etkisiz durmakta ve bu yüzden de eleştiri almaktadır. Sanat-praksis ilişkisi üzerine Adorno şöyle yazar:
“Sanat praksisten daha fazla bir şeydir, çünkü praksise bile sırtını döner, pratik dünyanın sınırlamalarını ve yanlışlığını da eşit ölçüde açığa vurur. Dünyanın pratik yeniden düzenlenmesi gerçekleşmediği sürece, praksisin belki de bu olguya doğrudan bir etkisi olmayabilir” (Aktaran:Slater,1998: 252).
Adorno, sanatla praksis arasındaki ilişkide, sanatın praksisten çok daha ilerde bir noktada bulunduğunu dile getirmektedir. Bu noktada praksise dönük ve ona bağlı olmayan bir sanat anlayışının olması gerektiğini vurgular. Ancak burada praksisi tamamen reddetmekten daha ziyade, onu sanatın üstünde görmekte ve dünyanın yeniden düzenlenmesi noktasında sanatın daha az anlaşılan ve toplumsal olaylardan azade bir noktada olması gerektiği fikrini savunmaktadır:
“Bir gün, faşist ülkelerde bile, kitlelerin kalplerinin derinliklerinde hakikati gizlice bildikleri ve hiçbir şey hatırlarından çıkmadığı halde transları sona erdiğinde bildiklerini bilince çıkartan katatonik hastalar gibi, yalana inanmadıklarını öğrenebiliriz. Bu yüzden, kolayca anlaşılmayan bir dili konuşmayı sürdürmek tümüyle anlamsız olmayabilir” (Horkheimer’den aktaran:Slater,1998: 256).
“Bugünün meşru sanat yapıtlarının istisnasız hepsi toplumca onaylanmayan şeylerdir”(Adorno,2009a: 222).
Frankfurt Okulu’nun praksis ile sanatı birbirinden bu biçimde farklı biçimlerdeki yorumlanışı, beraberinde okula yönelik pek çok eleştiriyi de getirmiştir. Bu teori ve özel olarak da Adorno’nun sanatın işlevi, sanatçının ve sanat yapıtının anlaşılamazlığı ve toplumsallıkla olan bağı konularındaki tespitleri hem seçkincilikle hem de karamsar-kötümser olmakla eleştirilmiştir.  

Georg Lukacs ve Sosyalist Gerçekçilik
Eleştirel Teori’nin yeni yeni ortaya çıktığı ve okulun yapılandığı dönemde, sanat üzerine olan komünist çizgiyi Lukacs temsil etmektedir. Lukacs’ın sanat ve estetik yaklaşımı, Ekim Devrimi öncesi ve sonrası büyük farklılıklar gösterdiğinden iki dönem olarak incelemek gerekmektedir. Devrim öncesi sanat ve estetik düşüncelerini kaleme aldığı Tarih ve Sınıf Bilinci adlı yapıtı, Frankfurt Okulu estetik kuramının oluşmasına da kaynaklık etmiştir. Ancak Stalin döneminde düşünsel anlamda farklı bir noktaya gelmiş ve söz konusu kitabındaki kimi düşüncelerini reddetme noktasına gelmiştir. Burada Frankfurt Okulu sanat ve estetik kuramı ile olan düşünsel çatışması da ortaya çıkmaktadır. Özellikle de sanat üzerine Adorno ile yürüttüğü tartışmalar, üç temelde ele alınabilir:
1-      Modern estetik ve yansıma estetiği tartışması
2-      Marksist estetiğin nasıl olması gerektiği üzerine tartışma
3-      Brecht ve sanat anlayışı üzerine tartışma.
Lukacs, sanatsal biçimi, toplumsal içeriğin bir türevi olarak görür. Adorno ise sanat yapıtının üretimini, öznenin nesnel dünyayı özümseyip içselleştirme derecesinde kavranabilmiş olmasına; ama bunu da estetik biçimin kendine ait yasalarla yapabilmesine bağlar. Bu yöntemle üretilen sanat yapıtı, gerçeğe karşıtlık konumu kazanmakta, verili olana eleştirel bir tutum takınmaktadır. Bu temelde sanat, aktüel dünyanın negatif bilgisi olmaktadır.
Tartışmanın bir diğer konusu ise Lukacs’ın ‘yansıma estetiği’ni savunmasına karşılık, Adorno ve çoğu Frankfurt Okulu üyesinin buna karşı ‘modern estetiği’ savunması noktasında gelişmektedir. Bu noktada Lukacs modern sanatı “dekadans”[2] bulmaktadır. Öyle ki, bu kavramı sık sık faşizmle özdeşlik kurarak kullanır. Dekadans; ideoloji analizlerindeki ‘yanlış bilinç’ kavramının estetik alandaki karşılığı durumundadır. Ancak Lukacs ağırlıkla da ikinci döneminde, estetiğe hep dışarıdan bakmakla eleştirilir. Eleştiri, Lukac’ın estetiğe dair tartışmaları estetik evrenin dışında ve ideolojik angajmanlarla yaptığı üzerine kuruludur. Bu anlamda Lukacs önce Marksist, sonra estetikçi olarak değerlendirilmiştir.
Lukacs’a göre sanat yapıtı, kendi perspektifine göre dünyaya bakıp bir şeyler söylemekle görevlidir. Fakat bundan sonra da yapıtın söylediklerinin sosyal bilimlerce doğrulanmasını beklemektedir. Bu anlayış da Frankfurt Okulu’nca, sanattaki öznelliğe ket vuran ve sanatla bilim ilişkisini çok basite indirgeyen bir anlayış olarak değerlendirilir.
“Gerçekçilik”, Lukacs’ın üzerinde yoğunca durduğu bir diğer kavramdır. Hatta bu konuda fetişizme varan bir partizan sanat anlayışına sahiptir. Ancak Frankfurt Okulu’na göre tıpkı ekonomi-politikte olduğu gibi, sanatta da fetişizmi aşmanın yolu, soyutlamanın eleştirel gücünü kullanabilmekten geçer. Bu konuda da okul ve Lukacs çelişmektedir. Lukacs ‘normal’ sanat yapıtlarını aykırı çalışmalara karşı savunurken; Adorno’ya göre “sanatın doğasına yabancı” bir tavır takınmaktadır. İki düşüncenin söz konusu ayrılığı, kendisini ‘expresyonizm’ (dışavurumculuk)[3] tartışmasında daha net görülmektedir. Lukacs, bu akımı “sonradan faşizme doğru yol alan burjuva ideolojik akımlardan biri” olarak tanımlar. Ona “çürümüş-parazit” yaftalarını yapıştırarak “sözde muhalif” ve “sözde devrimci” olduklarını savunur:
“Savaş sonrası dönemin en gerici burjuvazisinin karma ideolojisi olan faşizm, emperyalist çağın çürümüş parazit özellikleri gösteren bütün akımların mirasçısıdır. Bu akımlara sözde devrimci ve sözde muhalif hareketler de dahildir” (Aktaran:Slater,1998: 243).
Frankfurt Okulu ise bu düşüncelerin karşısında bir görüşü savunmaktadır. Okula göre eleştirel sanat, tam da kendini birleşik bir ajitatif iletişim olarak ya da herhangi bir türde tutarlı bir kavramsal iletişim olarak sınırlamayı reddettiği için eleştireldir.
“Kapalı estetik imgeler, anlaşılabilir toplumsal eleştiri adına, biçimsel bir kavramsal tutarlılık gerçekleştirmek için büyük zorluklar çıkaran ve böylece iletişimin tümden yaygın ve zenginleştirici aygıtını tanımlayan ve doğrulayan çalışmalardan çok daha belirgin olarak statükoyu eleştirirler” (Adorno’dan aktaran:Slater,1998: 244).
Adorno’nun sözlerinden yansıyan bu anlayış, estetik ve sanat alanındaki tüm özdeşlikleri yadsır. Sanat, ne sınıfsız-sınırsız toplumu, ne de bu toplum için yürütülen savaşımı temsil etmez. Sanatın eleştirel gücü, zaten onun hiçbir şeye ‘karşılık’ gelmemesinden beslenir. Sanat, karşılık gelmeyi yoksar, aksine sanat yapıtı, yalnızca kendisidir.
Sanatın toplumsal karakteri topluma karşı kendi içkin hareketidir, toplum hakkında açık bir bildiri olması değil. Onun tarihsel tavrı, sanat yapıtı da nesne olarak gerçekliğin bir parçası olsa bile, ampirik gerçeklikle bağdaşmaz. Sanat yapıtına toplumsal bir anlam yüklenecekse, bu ancak onun işlevsizliği olabilir”(Aktaran:Slater,1998: 244).
“Hiçbir sanat yapıtı, toplumsal örgütlenme içinde, kültürle alış veriş içinde olmaktan kaçınamaz, ama yine de basit elişinin ötesine geçmiş her sanat yapıtında kültüre burun kıvıran bir yön de vardır. Sadece bir sanat yapıtı olmakla kültürü dışlamıştır”(Adorno,2009a: 223).

            Sanat-Devrim İlişkisi ve Öncü Sanat
Frankfurt Okulu’nun sanatı ele alışında ön plana çıkan başlıca konu ‘sanat ve gerçeklik’ arasındaki ilişkidir. Negatif diyalektik, bu noktada ortaya çıkar. Öznenin nesneye, bilincin maddeye karşı olan görece özerkliği (epistemolojideki) burada da sanatın gerçekliğe karşı özerkliği biçiminde dışa vurmaktadır.
Sanat yapıtının doğası gerçek-dışıdır. Bu ise sanatın, verili gerçekliği taşımamasından değil, fazlasını içerdiğinden ve ‘öteki’ olanı anlattığından dolayıdır. Adorno’nun ifadesiyle sürdürmek gerekirse; “sanat toplumun anti-tezidir”. Sanat yapıtı, kasıtlı bir biçimde gerçeklik ile çelişir. Politik olan sanat yapıtında dahi, yapıt sanata daha çok sadakat taşır. Olumsuzlama, biçim aracılığıyla kurulur. Bu da verili gerçeği değilleyen, yeniden kuran, değiştiren, farklı bir şeye dönüştüren yeni bir gerçekliktir. Marcuse’nin tabiriyle “sanatın gerçekliği biçimin surları gerisinde koruma altındadır”. Çünkü sanat dünyayı ve görüneni taklit etmez, onu kavrar. Bunu yaparken de biçim ile içerik arasında tek taraflı bir egemenlik ilişkisi kurulmaz.
Okulun sanat yapıtını değerlendirmede kullandığı iki temel kriteri vardır. Bunlardan birincisi, tematik düzeyler ve ayrıntıların içkin olan biçimsel yasalarla ne derece entegre edilebildiği; ikincisi ise, söz konusu entegrasyonda noksanlar olsa bile, yapıtın olumsuzlama niteliğinin ne derecede korunabildiği konusudur. Ancak bu anlayış, ideolojiden de mutlak bir kopukluk içinde değildir. Bu anlamda, Sartre’ın belirttiği gibi burjuvazi “sanat için sanat” perspektifinde, sanatı işlevsiz, donuk kılmayı amaçlarken; Frankfurt Okulu benzer bir noktadan hareket ederek Marksist sanat anlayışına sentez bir bakış açısı getirmeyi amaçlamaktadır.
Sanatın kendine ait özel bir dil’i vardır. Bu dil ‘dünyanın dili’ni geçersiz kılar. Bu anlamda yapıt, yaratıcısının tek yanlı yönlendirmesinden azade konumdadır. Onun özgürleştirici mesajı ideal olana, bugünün ötesinde olana, tikeldeki evrensele dairdir. Dolayısıyla da angajmana kapalıdır. Böylesi bir yabancılaşma, öncü sanatın doğasında bulunan bir özelliktir. Sanat ile devrim ilişkisi bir zıtlar birlikteliğidir. Sanatın kendine ait özgürlüğe boyun eğme zorunluluğu vardır. Her ikisi de dünyayı değiştirme noktasında perspektif birliği içinde olmakla beraber, sanatın bu hedefi yalnızca yapıttaki estetik biçimde açığa çıkar. Sanat kendi başına dünyayı değiştiremez, yalnızca bu amaçla insanların bilinçlerini değiştirmeye katkıda bulunabilir.
Sanat doğrudan doğruya politikleştiği ölçüde, kendinde barındırdığı değiştirme gücünü, eleştirelliği, radikalliği geriletir. Onun en şiddetli ve yıkıcı hali, doğrudan politik olmadığı durumda açığa çıkar. Sanatın bu özerkliği, onun avant-garde sanata, dadaizme, doğaçlama edebiyat gibi türlere partizan bir yaklaşım göstermesini de önlemiş olur.
Okulun önde gelen isimlerinden olan Marcuse, Marksist sanat ve estetiğin temel tezlerini tartışırken, bu tezlerin ortak noktası olarak üretim ilişkilerinin sanat yapıtında temsil edilmesi perspektifi olduğunu söyler. Ona göre bu durum, üst yapı-alt yapı ilişkilerinin yarattığı bir “estetik adına zorunluluk” durumu olmakta ve sanatın/sanatçının öznelliğini, özerkliğini yok saymaktadır. Vülger Marksizm’e[4] giden yol Marcuse’ye göre tam da bu noktada başlamaktadır:
“Sanat, verili gerçekliği, kurulu düzene karşı, kurulu düzen içinde etkinliğini sürdürdüğü Biçim sayesinde aşar” (Aktaran:Slater,1998: 273).
Frankfurt Okulu gerçeklik’i, Brecht’te veya Ortodoks Marksistlerde olduğu biçimiyle, sınıf mücadelelerine ve üretim ilişkilerine göre değil; Adorno’da olduğu gibi, bugüne dek insan toplumuna nüfuz eden yabancılaşmaya ve şeyleşmeye göre ele alır. Sanatsal üretim, ‘topyekün bir olumsuzlama’ olur. Sonuç olarak söylemek gerekirse özellikle Adorno ve Horkheimer, eleştirel praksisten kendilerini uzak tutmalarına paralel olarak, sanattaki devrimci geleneğe de sırtlarını dönerek, kendi içlerinde bir tutarlılık gösterirler.

Frankfurt Okulu ve Brecht
Marksist estetik ve sanat üzerine başta Adorno ve Lukacs arasında olmak üzere; Adorno-Benjamin, Adorno-Brecht arasında ve Lukacs ile Brecht arasında tartışmalar olmuştur. Frankfurt Okulu’nun sanat ve estetik anlayışının oluşmasında da bu tartışmaların yeri büyüktür.
Adorno, Brecht’in W.Benjamin üzerindeki etkisini zararlı bulmaktadır. Benjamin’in de tıpkı Brecht gibi kaba, vülger bir materyalist anlayışa yakın durması ve ondan etkilenmesi, onu rahatsız eder. Brecht’in, Adorno’nun kılı kırk yaran düşünme ve söyleyişinin aksine, gerçeği en yalın ve kabataslak haliyle, dolaysız olarak kavramak ve anlatmak tarzıdır. Gerçekte ne Lukacs ne de Adorno, Brecht’in estetik anlayışını benimsemez. Ancak ikisinin dayanakları birbirinden farklıdır. Adorno’ya göre Brecht de tıpkı Lukacs gibi altyapı ve üstyapı ilişkilerini fazlaca kaba yorumlayan tipik bir Marksisttir. Lukacs’a göre ise o, siyasal anlamda Marksist gibi göründe de estetik açıdan modernisttir. Her üçünün ortak olduğu nokta ise, sanatın tarihsel gerçeklikleri anlamanın bir aracı olduğu görüşüdür. Ancak Brecht diğer ikisinden farklı olarak, gerçeklik’i siyasal ve ideolojik bir amaç olarak görerek, biçimsel araçları zaman ve mekana değiştirilebilir şeyler olarak algılar. Bu manada Brecht, “Marksist modernist” olarak tanımlanabilir.
Brecht, “partizanlık olarak nesnelliğe” ilişkin epistemolojik nosyonu benimser ve bundan dolayı her türlü soyut eğilimi reddeder. Onun temel kabulü, sınıf tavrı sergileyen eleştirel gerçekçiliktir. Ona göre, roman yazmak, Balzac veya Tolstoy tarzında yazmak değildir. Okura kendi özgül toplumsal gerçekliğinin doğasını açık bir görünümle vermeyen yapıt, roman olamaz. Ancak söz edilen gerçeklik sürekli bir değişiklik geçirmektedir. O yüzden gerçekçiliğe dair her ‘norm’, biçimcilikle nitelenmeye mahkum olacaktır. Bu noktada Lukacs’ın ekspresyonizm hakkındaki olumsuz tavrına tamamen iştirak de etmez. Ekspresyonizmin, tekelci kapitalizmin temel niteliğini ortaya koyamadığına katılmakla beraber, bu durumun Thomas Mann’ın “gerçekçi” yapıtları için de söz konusu olduğunu söyler. Ekspresyonizm de tıpkı Mann gibi, tekelci kapitalist ideolojiden yeterince özgürleşme sağlayan bir muhalefet içermez ama Brecht, bu ikisine de diyalektik-dışı bir damga vurmayı benimsemez.
Brecht tiyatrosu, kapitalist toplumun somut bir olumsuzlamasını sağlarken, böylece ideolojik savaşımla eleştirel sanatı bir potada buluşturmaktadır. Adorno, “şeyleşmiş” toplumu tamamen yadsıyorken, Brecht bu şeyleşmiş toplumun diyalektik temsilini gerçekleştirmektedir. Bütün değer ve ilişkileri tarihselleştirerek, onları fetiş olmaktan çıkarmakta ve böylece tutarlı bir mantıksal çerçeveye oturtmaktadır:
“Tiyatro dünyayı izleyicilerin önünde ortaya serer, böylece onlar da dünyaya el koyabilirler” (Brecht’ten aktaran:Slater,1998: 248).
Brecht 1930’ların başlarında açık bir biçimde izleyicisini ayrıştırma ve yalnızca proleteryayla bütünleşme çabasına girer. Çok daha geniş bir toplumsal kesim varken, sadece proleterler için oyunlar yazar. Adorno ise bu anlayışa şiddetle karşı çıkar. Bağımlı edebiyatta tarafsızlaştırıcı bir uyum olduğu savını ortaya koyar ve onu pozitivist düşünmekle, davranmakla eleştirir. Brecht ise yapıtlarının “baskıya uğramış olana, baskıcıya karşı çıkma ve bunu insanlık adına yapma” çağrısı olarak nitelemektedir. O, böylesi zamanlarda insanlık tamamen yok olmak istemiyorsa eğer, mücadeleci olmalıdır, der. Bu noktada Frankfurt Okulu’na “entel” etiketini de yapıştırmaktan çekinmeyecektir. Bunu yaparken okulu “akademik bakış açısına sahip, edilgen bir diyalektik kültür eleştirisini aşamadığını” söyler. Bu eleştiriden hareketle okul düşünürlerini Alman sosyal demokratlarına daha yakın bir yerde kabul eder.
Brecht, edilgen bir eleştirel konumu reddeder ve yeni kitle iletişim araçlarını “döküntü” olarak küçümsemenin, bu döküntülerin onlar için yeniden üretilmelerini garanti altına almak olduğunu savunur. Bu noktada yeni kitle iletişim araçlarının, olduğu gibi kullanılmayıp proleter çıkarlara uygun, ‘işlevsel’ olarak dönüştürülmesi ve yıkılması gerektiğine inanır. Somut olarak bunu gerçekleştirmek için de, radyoyu dolaysız bir sosyalist propaganda aracı olarak kullanmak ister. Brecht, devrimci ve öncü sanat konusunda Adorno’da olduğu gibi kötümser değildir. Onun iyimserliği, somut savaşıma katılan gayretli birinin çabasına benzetilmektedir.
Buna karşılık Adorno ise sanatı söylemsel iletişim yoluyla somut toplumsal-politik savaşlara bağlamanın, bir yok-sayarak aşma değil, ama barbarlığa teslim olma biçiminde sanatın tamamen ortadan kaldırılması anlamına geleceğine inanmaktadır. Ona göre “hakiki” eleştirel sanat, bize yalnızca zorunlu olarak anlaşılmaz yapıtlar vermektedir.

Sonuç
Frankfurt Okulu sanat ve toplumu mutlak sentez peşinde olmayan, özdeşlik kurmayı amaçlamayan, negatif bir diyalektiğin iki zıt kutbu olarak ele alır. Sanat, verili olanı kabul etmeyen, ona teslim olmayan, biat etmeyendir. Sanat yeni’yi, öteki’nin düşünü kurmayı amaç edilmelidir. Sanat ile toplum birbirinin ‘düşman’ıdır ama ilişkisinin çakıştığı nokta tam da ‘insan’dır. Okul sanat ile umut’u, toplum ile karamsarlığı özdeşleştirmese bile, birbirine yakın bulur. Bu noktada tarafsız olmaya da çalışmaz. Sanatın, yani ‘umut’un tarafını tutar. Bunu yaparken de toplumun karamsarlık yayan gücünü görmezden gelmez.
Sanat insan için “yanlış bütün” içinde, daha geniş bir yaşam alanı açabilmeyi dert edinmelidir. Çünkü tikelin genel içinde yaşamayı sürdürmekten başka şansı yoktur. Ancak sanatın tikele, bu genel içinde sınırlı da olsa bir özerklik sağlayabileceğini, insanın bu özerk alanda düşlerini, ütopyalarını saklayabileceğini savlar. Okul, sanatı fazlasıyla önemser çünkü onlara göre bu alan, somut olmayanın alanı olarak, mutlak’ın egemenliğinin en zayıf kaldığı noktadır. Dolayısıyla insanın ve insani düşlerin “verili olan yanlış bütüne” karşı en güçlü olacağı yeri imlemektedir.
    
  

                                                                        KAYNAKÇA
Adorno, Teodor W. (2009a), Minima Moralia, Metis Yayınları, İstanbul.
Adorno, Teodor W. (2009b), Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi, İletişim Yayınları, İstanbul.
Dellaloğlu, Besim F. (2007), Frankfurt Okulunda Sanat ve Toplum, Say Yayınları, İstanbul.
Horkheimer, Max ve Adorno, Teodor W. (1995), Aydınlanmanın Diyalektiği 1-2, Kabalcı Yayınları, İstanbul.
Jay, Martin (2005), Diyalektik İmgelem, Belge Yayınları, İstanbul.
Marcuse, Herbert (1998), Karşıdevrim ve İsyan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Slater, Phil (1998), Frankfurt Okulu, Kabalcı Yayınları, İstanbul.


[1] Mimesis: Edebiyatta dil aracılığıyla, gerek başkasının veya kendi ağzından anlatarak, gerek bütün kişileri eylem halinde göstererek, var olanı yansıtmak, taklit etmek.
[2] Dekadans: “Düşkünleşmiş” anlamına gelen Fransızca bir sözcük. 19. yy. sonlarında Fransa’da natüralistlere karşı ortaya çıkan sembolizm akımına öncülük eden sanatçılara, edebiyatı soysuzlaştırdıkları ima edilerek verilen isim.
[3] Ekspresyonizm: Doğanın olduğu gibi temsili yerine, duyguların ve sanatçının iç dünyasının yapıtta ön plana çıkarıldığı 20. yy. sanat akımı.
[4] Vülger Marksizm: Marksizmin kaba ve şabloncu değerlendirme ve bunun reel uygulamalarına verilen isim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder