METROPOLLERDE
YAŞANAN VE TIRMANIŞI ÖNLENEMEYEN SUÇ VE
ŞİDDET OLAYLARINDAKİ ARTIŞ
A-GİRİŞ
Suç
kavramı özellikle kentlerde yaşayan insanlar için gündelik ve basit bir kavram
halini aldı. Kuşkusuz bunun başlıca nedeni toplumun ve bireylerin suçu ve şiddeti
kanıksaması, yaşamın bir parçası olarak görmeye başlamasında yatıyor. Gasp,
kapkaç, hırsızlık,tinerciler-sokak çocukları,mafya,uyuşturucu çeteleri,fuhuş,cinayet…Bunlar
artık yaşamımızın birer parçası haline geldi.Artan kapkaç terörü şimdiye değin
onlarca can aldı.Sokakta yaşayan madde bağımlısı çocuklar toplumun kanayan bir
yarası olmuş durumda.Liselerin önünde tezgah kuran uyuşturucu satıcıları
pervasızca palazlanıyor.Ve medyamız şiddeti,mafyayı yatak odalarımıza kadar
sokmuş durumda.Hiçbir güç medyanın şiddete bunca teşvik eden yayınlarına
denetim getiremedi.Artık insanlar birer ‘Polat,Çakıcı,Nuri Ergin’ olma
hayalleriyle yatıp kalkıyorlar. Her gün televizyonlarda,gazetelerde
onlarca suç vakasına rastlamak
mümkün.Ancak bu konuda yapılan çalışmalar polisiye önlemler olmaktan öteye
geçmiş değil. Bu yaklaşımın da sorunu çözmedeki yetersizliği, her geçen gün artan
suç oranlarından apaçık anlaşılmaktadır. Özellikle İstanbul,Ankara,İzmir gibi
metropollerde bu sorun kangrenleşerek büyümekte ve sonuçları itibariyle toplumu
daha da fazla etkilemekte.
Sorunun kaynaklarına inmeden önce
belirtilmesi gereken bir diğer husus da, toplumu adeta bir cendereye almış olan
suçlardaki bu artış karşısında, aydınların, bilim adamı, yazar ve siyaset
bilimcilerinin tutumudur. Bilimsellikten uzak,salt klişe söylemlere
dayanan,polisiye önlemlerle bu problemin aşılacağını düşünen bir
zihniyet,elbette daha en başından kaybetmektedir.Sorunun kaynakları
incelendiğinde görülmektedir ki salt adli-idari yaptırımlar uzun vadede olumlu
bir sonuca yol açmamaktadır.
Tırmanışı
önlenemeyen bu olgunun kaynağına inildiğinde göç, ekonomik yoksulluk, özellikle
medyanın yarattığı mafya-çete idolleri, fırsat eşitliğinden mahrum kalarak
marjinalleşen varoşlar, toplumsal-kültürel dejenerasyon, depolitizasyon, aile
kurumundaki çözülme gibi nedenler karşımıza çıkmakta. Olaya salt bir eğitim
sorunu veya asayiş sorunu gözüyle bakmak bilimsellikten ve çözümden uzak
dogmatik bir yaklaşımın ürünleridir. Aşağıda bu konunun asli sebepleri olarak
gördüğümüz bu temel başlıkları ele almaya çalışacağız.
1-KENTLERE YOĞUN GÖÇ VE SONUÇLARI
Türkiye 1970’li yıllarda ekonomik nedenlerle
başlayan ve ’80 sonrasından günümüze dek süren düşük yoğunluklu savaşın sonunda
kırdan kente, doğudan batıya, kırsaldan büyük kentlere büyük bir toplumsal
göçle karşı karşıya kalmıştır. Çatışma sürecinde boşaltılan köy sayısı dört
bini aşmıştır. Buna tarım ve hayvancılığın bitmesi ve işsizlik eklendiğinde çok
büyük bir kitle metropollere kaymıştır. Bunun yanında Diyarbakır, Urfa, Van
gibi bölge kentleri de aşırı göç sonucunda birer köy-kente dönüşmüş ve sorunlar
yumağı daha da büyümüştür.
Kırdan kente göçte üç temel unsur bulunur.
Bunlar;
a)İtici Güçler: Bu güçler, nüfusu köyden
uzaklaştıran unsurlardır. Türkiye’deki başlıca itici güçler Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’da yaşanan çatışma ve güvenlik sorunu, tarımda makinalaşma, hayvancılık
sektöründeki gerileme, toprakların çok küçük parçalara ayrılmasıdır.
b)Çekici Güçler: Bunlar, kentlerin insanlara
sunduğu ekonomik, sosyal ve kültürel olanaklardır. Yine kentin sağladığı
eğitim, sağlık, güvenlik, ulaşım olanakları da bu kategoride ele alınır.
c)İletici Güçler: Göç kanalları ve
olanaklarındaki gelişmelerdir. Ulaşım araçlarındaki ilerlemeler iletici güçleri
meydana getirir.
Bu üç unsur, Türkiye’deki nüfus
hareketlerinin temel dinamiklerdir.Ancak yaşanan hareket beraberinde dengesiz
kentleşme,sosyal intibaksızlık,siyasal kaos ve kültürel erozyonla birleşerek
suçun ana zeminini yaratmıştır.
“Çok hızlı bir iç göçle büyük kent
mahallelerine eklenen taşra insanının derin ruhsal sıkıntılarının dışavurumu,
özünde toplumsal problemleri sıklıkla tek tek vakalar hâlinde kent gündemine
taşımaktadır. Demografik etkenlerin ekonomik ve kültürel etkenlerle iç içe
bulunması suç olgusunu ortaya çıkarmakta ve suçluluğun artışına sebep
olmaktadır.
Çarpık yapılanmış bir kentte yeni gelen kişi
geleneklerini sürdüremez. Göç edilmiş yerle içine girdiği yeni ortam arasında
bir bağdaşıklık göremez. Çaresizlik ve mahrumiyet çekmekte, çoğu zaman farklı
derecelerde bunalımlara düşmektedir. Kentteki köylü bağlanabileceği insancıl
bir şeyler bulabilmek için derin bir istek duyar. Kişiliğini ifade etmek ve
kendi adına davranışta bulunmak için, güçlü bir tutku duyan bu insan çoğu kez
aradığına ulaşamamakta ve mutsuz olmaktadır. Psiko-sosyal ve ekonomik sıkıntıların
büyük bir kısmını bu bocalama durumunun bir etkeni olarak görebiliriz” (Sencer
Y, 1970).
Kentlere göç eden nüfus, banliyölerde gettolaşan
bir yaşamın kucağına düşmektedir. Kırdan kente göç olgusunun meydana getirdiği
temel problemlerden biri hızlı gecekondulaşmadır. Eğitimsiz, ekonomik
yoksunluklar içinde bulunan, dışlanan varoşlar zamanla suç üreten birer merkez
durumuna gelmektedir. Çünkü her şeyden önce göçle birlikte buralara yığılan
insanlar kentle, kentsel yaşam ve değerlerle bir uyumsuzluk yaşamaktadır Bu
uyumsuzluk, yoksulluk içindeki bu insanlar için önemli bir zemin meydana
getirmekte, bireylerin –özellikle gençler ve çocuklar- suça itilmesini hızlandırmaktadır.
Köyü yakılan,boşaltılan, çoğu kez zorunluluk
sonucu büyük bir Kürt kitlesi başta İstanbul,İzmir,Adana,Mersin olmak üzere
batıdaki metropol kentlere göçmüştür.Temel kimlik ve kültürel hak istemleri
zapturapt altına alınan,en yetkili ağızlardan “vatandaşlık” hakkı bile “sözde”
bırakılan Kürtler,kentsel sorunların ve özellikle suç olgusuna doğru bilinçli
şekilde itilmektedir. Dikkat edildiğinde görülecektir ki,medya ve sistemin
yönetim kademelerindekiler,suç oranlarındaki artış veya işlenen yeni bir suç
karşısında Kürtleri sorumlu bulmakta,hatta olayı “örgüt”le
bağlantılandırmaktadır.Oysa bu durum,büyüyen kriminal vakalar karşısındaki
acizlik itirafından başka bir şey değildir.Kaldı ki, Kürt sorunu demokratik bir
çözüme ulaşmadan,bu sorun kendini devam ettirecek,hatta diğer kentlere de
yayılacaktır.Açıklanan veriler de gösteriyor ki,Diyarbakır, suç oranlarında
korkutan bir büyümeyle sinyal vermekte.Aynı biçimde Kürt sorunu dolayısıyla
batıdaki illere savrulan ve buralarda
yaşayan milliyetçi unsurlarca sürekli
hedef gösterilen Kürtler,hem toplumsal gerilimlere,hem de suça teşvik
edilmektedir.
Göçle kentlere gelenlerin başlıca sorunu işsizlik
ve geçim sıkıntısıdır. “Toplumsal ekonomik düzeyin düşüklüğü, bir yandan maddî
yaşama şartlarını ağırlaştırdığı için, bir yandan da toplumsal güçlükleri
yoğunlaştırması sebebi ile dolaylı olarak kente ait uyum açısından menfi bir
etkide bulunmaktadır” (Kıray M, 1982).Kente gelen, ancak hiçbir zaman gerçek
manada ‘kentli’ olmayan genç nüfus, hem ekonomik, hem de kültürel olarak arada
kalmışlığı yaşamaktadır. Bu sıkışmışlık hali maddi ve manevi hayallerle
birleşerek bireyi kısa yoldan köşe
dönmeye,çalışmadan zengin olmaya,amaları için her yolu mubah sayarak suç
işlemeye sevk etmektedir.Kendini ifade edemeyen,yoğun kimlik ve aidiyet
sorunları bulunan,üstelik ‘kentli’ tarafından hor görülerek dışlanan bu gençler
ve çocuklar suç çeteleri kurarak bir anlamda intikam almakta ve yaşamını suçların
üzerine oturtmaktadırlar.
2-TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL ÇÖZÜLME
Ülkede ve özellikle de metropol şehirlerinde
hızla artan suç ve şiddet olaylarının altında yatan bir diğer olgu,yaşanan
toplumsal ve kültürel erozyondur.Kuşkusuz geçmişe kısa bir yolculuk
uaptığımızda bunun başlangıç aşamasında 12 Eylül cuntasının bilinçli bir
politikasıyla karşı karşıya kalıyoruz.Dönemin generalleri,gençliğin
sol-sosyalist hareketlere kayışını dizginleyebilmek için,dünyadan ve ülke
gerçeklerinden kopuk bir gençlik yaratmak amacıyla kolları sıvamışlardı.Temel
esin kaynakları ise İspanyol darbeci General Franco’nun “3F
(futbol-fiesta-festival)” formülasyonu idi.Buna uygun olarak Türkiye’de de
‘80’lerden itibaren toplusal,sosyal çözülme süreci başlamıştır.Bu politikanın
başlıca sac ayaklarını ise medya,spor,moda ve magazin dünyası oluşturmuştur.Arabesk
kültür bir yaşam biçimi haline getirilmiş ve özellikle yoksul kesim gençliği bu
araçlarla suç işlemeye meyilli bir hale sokulmuştur.
İnanacağı hiçbir değer olmayan,dünya
görüşünden yoksun,içten içe tüm dünyaya karşı büyük bir kin besleyen bir
gençliğin suça kaymaması beklenebilir mi?Geleneksel sevgi-saygı bağlarının
bunca köreltildiği,eğitimden yoksun bırakılmış insanların yaşadığı bir ortamda
sağlıklı bir genç nesil yetişemez elbette.Yaşamdaki tek amacı “köşeyi
dönmek,gemiyi kurtaran kaptan olmak..”olan genç bireyler böylece önlerine çıkan
ilk fırsatta suça bulaşmakta ve geri dönüşü çok zor olan bu dünyaya adım
atmaktadırlar.
Bahsettiğimiz toplumsal yozlaşmanın diğer yanında
ise küreselleşen kapitalizmin yarattığı ve tüm dünyaya empoze ettiği post-modern
kültür bulunmaktadır.Bir yerde insani olan tüm değerlerden bireyi izole eden bu
“kültür” bugün başta Amerika ve Avrupa olmak üzere dünyanın hemen her yerinde
egemenliğini kurmuştur.Uyuşturucu,hap,alkol,fuhuş vb.araçlar gençleri
yaşadıkları gerçekliklerden çıkararak sonu arka sokaklarda veya cezaevinde
biten bir kopuşa doğru sürüklemektedir.Egemenler,kendilerine karşı
gelişebilecek muhalefeti böylece daha en başta ortadan kaldırmayı amaçlamakta
ve görüldüğü kadarıyla bunda başarılı da olmaktadır.
Hızla artan ve özellikle nüfusun genç
kesimini etkileyen bu olgunun bir nedenini de dejenerasyona uğrayan aile
yapısında aramak gerekiyor.Özellikle kırsal alanlardan kentlere göçe maruz
bırakılan ailelerde ilk süreçlerde yaşanan kültür şoku,zamanla yerini dağılmaya
bırakıyor.Eğitimden mahrum kalan ve kentin tüm kötü işlerinin nesnesi durumuna
gelen gençler,buldukları ilk fırsatta aileden de uzaklaşmaktadır.Tatlı hayallerle
ve sahte özgürlük hayalleriyle ailelerinden kaçan bu bireyler suç
çetelerinin,insan satıcılarının tezgahına düşmekte yaşamlarının en
verimli,dinamik döneminde tükenebilmektedirler.Kentin varoşlarında kentli
olmayı başaramamış,sınıfsal olarak en altta kalan bu aile yapısı erozyona
uğramakta ve bunun sonucunda en temel sosyal baskı mekanizması –ki aile
toplumun en küçük yapı taşı olarak tanımlanır-ortadan kalkmaktadır.
Hem metropollere,hem de bölge illerine bakıldığında
gençliğin büyük bir boşluk içinde bulunduğu görülüyor.Amaçsız,ütopyasız,yoğun
gelecek kaygıları taşıyan ve yaşamını idame ettirecek eğitsel formasyondan
yoksun Kürt gençliği çareyi önüne konulan en büyük tuzak olan suç eylemlerinde
bulmaktadır.Yankesicilik,hırsızlık,gasp gibi emek vermeden para sahibi olma
istemiyle başlayan süreç,karanlık bir dünyanın da ilk basamağını teşkil
ediyor.Kürt gençliğinin suça bulaşmasındaki önemli bir etken de “Beyaz
Türkler”ce her yerden dışlanması,aşağılanması ve hor görülmesidir.Sistem içinse
Kürtler zaten her zaman sorun,her zaman kötülük ritüelleriyle lanse
edilmektedir.Bir yerde Kürt gençliği için danışıklı bir dövüş
yapılmaktadır.Siyasal ve kültürel olarak yaşamasına izin verilmeyen Kürt
gençliğinin önüne suç işleme zemini sunulmakta ve sonrasında sanki bunu önlemek
için çok çaba harcamışçasına çıkıp,kötü olan her şeyde olduğu gibi bu konuda da
faturayı Kürtlere çıkarmaktadırlar.Ama şu çok açık bir gerçek ki,sistem için
suç batağına saplanmış bir Kürt gençliği,siyasal-demokratik alanda mücadele
eden muhalif bir Kürt gençliğine yeğdir.
Nihayetinde toplumun her kesimine farklı
biçimlerde bulaştırılmış olsa bile,toplum olarak büyük bir çürümeye itilmeye
çalışıldığımız gerçeği ortada durmakta.Bu olguyu sadece kentlerdeki banliyölere
mal etmek de doğru değil.Total bir yaklaşımla toplumun tüm kesimlerine karşı
yürütülen bir özünden uzaklaştırma çabası söz konusu.Dejenere edilen,içi boşaltılan,toplumsal
değerleri eritilen toplum,meyvelerini suçlardaki büyüme olarak vermektedir
3-MEDYA BU OLGUNUN NERESİNDE?
“ Türklerin 9 yılı TV başında geçiyor”
“ Uzmanlar, Türkiye'nin dünyanın en çok
TV izleyen 4'üncü ülkesi olmasının,
Türkler'in
mutsuzluğunun kaynağı olabileceği yorumunu yaptı. NOP World
araştırma
şirketinin Aralık 2004-Şubat 2005 tarihleri arasında yaptığı
araştırma
Türkler'in haftada 20.2 saatini TV başında geçirdiğini ortaya
koymuştu. Bu,
dünyadaki 16.6 saatlik ortalamadan 4 saat daha fazla. Türkler
günde
ortalama 4 saat televizyon izliyor. Yani 75 yıl yaşayan bir kişi
ömrünün 9 yılını
TV karşısında harcıyor. Uzmanlar modern insanın TV
izlemekten
daha çok yaptığı tek şeyin uyumak ve çalışmak olduğunu
belirtiyor.”
“ Eurobarometre Türkiye Ulusal Raporu’nda
yer alan bir diğer tesbit ise Türk
insanının ‘kültür ve bilgi kaynağı’ güvenini yansıtıyor.
Yapılan ölçüme göre
Türkiye’nin yüzde 91’i televizyon izliyor. Bilgiyi
buradan alıyor. Bu oran
AB’nin üye ve diğer aday ülkelerinde yüzde 71 olmakta.
Türkler’in yüzde 83’üde
AB’yi televizyondan öğreniyor. Oysa, diğer üye ve aday
ülkelerde bu oran yüzde
58’lerde kalıyor.”
“ İlkokul
mezunu ile yüksek lisanslıların TV izleme oranları birbirine çok
yakın.”
“Türkiye’deki gazete satış rakamları ile
televizyon izlenme oranları,
“halkın çok
az gazete okuduğunu, buna karşılık günün ortalama 3.5 saatini
televizyon
karşısında geçirdiğini” ortaya koydu.Türkiye’de yayınlanan 36
ulusal
gazete, geçtiğimiz Haziran ayında günlük ortalama 4 milyon 381 bin
satış yaptı.
Son
yapılan nüfus sayımında okur-yazar oranı yüzde 87.5 olarak
tespit edilen
Türkiye’de, gazete satış rakamları, “halkın büyük
çoğunluğunun
gazete okumadığını” gözler önüne serdi. Gazete satış
rakamları ile
DİE’nin nüfus rakamlarının karşılaştırılmasına göre, bu
yılın haziran
ayında potansiyel nüfusun sadece yüzde 7.3’ü gazete okudu.”
“Çocuklar ve
erkekler daha fazla televizyon izliyor
Radyo
Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) 1999 yılında yaptırdığı
kamuoyu araştırmaları
ise Türkiye genelinde televizyon izleme süresini
günde
ortalama 3.5 saat olarak belirledi.
RTÜK’ün 6 bin 277 kişiyi kapsayan araştırmasına göre, 5 bin 191
bayandan bin
199’u, 5 bin 333 erkekten bin 428’i, 4 bin 557 çocuktan bin
121’i günde
en az 3 saat televizyon izliyor.
Araştırmaya
katılan bayanların yüzde 9’u, erkeklerin yüzde 13.4’ü,
çocukların
ise yüzde 13.81’i, 5 saatten fazla süreyi televizyon karşısında
geçiriyor.
Televizyon, en çok 21.00-23.00 saatleri arasında izleniyor.
Eğitimi
ilköğretim düzeyindekilerin yüzde 27.72’si, lise
düzeyindekilerin yüzde 26.76’sı, üniversite düzeyindekilerin yüzde
27.61’i,
yüksek lisans düzeyindekilerin yüzde 25.62’si, doktora sonrası
düzeyde eğitim
görenlerin ise yüzde 24’ü günde en az 3 saat televizyon
seyrediyor.”
“TRT net internet sitesinde yayınlanan bir
araştırma ise toplumumuzdaki
televizyon merakının ulaştığı boyutu çarpıcı rakamlarla
ortaya koyuyor.
“Türkiye’de Kitap Okunmuyor” başlığıyla verilen
araştırmaya göre Türkiye’de 40
milyon kişi hiç kitap okumazken, nüfusun yüzde 94’ü TV
seyrediyor. Kitap
okuyanların oranı ise yüzde 4 buçuk. Ülkemiz, düzenli
kitap okuma oranında
dünyanın pek çok ülkesi ile mukayese edilemeyecek kadar
geri kalmış durumda.
Düzenli okuma alışkanlığı, Japonya’da yüzde 14, Amerika
Birleşik Devletleri’nde
yüzde 12 iken, Türkiye’de sadece onbinde bir düzeyinde.”
“Haberler şiddet dolu “
“Ana haber bültenlerinde neredeyse her beş
haberden biri cinayet, intihar ve
şiddet konulu. Onu politika, dış politika, spor, magazin
izliyor. Ekonomi
haberlerinin payı yüzde 4, eğitime ayrılan pay yüzde 3’te
kalıyor.
Medya Takip Merkezi’nin (MTM) 11 “aktüel içerikli”
televizyon kanalında yaptığı
haber ölçümlemesine göre, bir aylık süreçte ana haber
bültenlerinde yayınlanan
haberlerin yüzde 18’i “yaşam” kesitli. Buna karşılık
eğitime ayrılan süre ise
sadece yüzde 3. “
Ana haber bültenlerinde yayınlanan haberlerin
konularına, adetlerine ve bu
haberlere ayrılan sürelere göre yapılan ölçümlemeye göre,
15 Kasım-15 Aralık
tarihleri arasında ana haber bültenlerinde toplam 6 bin
87 haber yer aldı.
Cinayet, intihar ve şiddet haberleri, ana haber
bültenlerinde en çok işlenen
konular olurken, politika haberleri ikinci, Türkiye’nin
dış politikalarıyla
ilgili haberler üçüncü, spor dördüncü, magazin ise beşinci
oldu.”
“Magazinde artış”
“Ana haber bültenlerinde, konulara ayrılan
sürelere göre, TV kanallarının en
geniş yer verdiği haberler, 44 saatle “yaşamın içinden
kesitler” ile ilgili
haberler oldu. Gasp, hırsızlık, kapkaç, intihar, cinayet,
kavga, kaçırılma,
yangın vb. haberlere toplam sürenin yaklaşık beşte biri
ayrıldı.
Magazin haberlerine ayrılan sürelerde artış gözlendi”
Günümüz
dünyasında “Dördüncü Güç” olarak adlandırılan medya,suçlardaki artışla birebir
ilgilidir.Yukarıda uzunca sıralanan veriler de gösteriyor ki,tek tek kişiler ve
bir bütün olarak toplum üzerinde çok büyük bir etkiye sahiptir.Bu
gerçeklik,eğitim oranının düşük olduğu Türkiye gibi azgelişmiş ülkeler
gerçeğinde daha somut ve belirleyici bir önem taşır.Medya;devlet,ordu ve
sermayeden sonraki en temel güç olarak adlandırılsa da, aslında toplum
üzerindeki kısa ve uzun süreli yansımaları incelendiğinde çok daha önemli bir
güç olduğu görülmektedir.
Bir
önceki başlık altında ele aldığımız toplumsal ve kültürel yozlaşmanın başlıca
kurumlarının başında medya gelmektedir.Konumuz olmamakla birlikte,medyanın
yarattığı sahte dünyalar,abartılan ve bizlere örnek diye sunulan magazinel
kişilikler,bilgi üretimi adına yapılan ama bilgisizlik yayan yarışma
programları ve listeler dolusu sıralanabilecek benzeri formatlardaki tüm
programlar hem toplumu zehirlemekte,hem de gençleri ve çocukları suça-şiddete
teşvik etmektedir.Hele hele okuma bağlamında dünyada en son;televizyon izlemede
ise en başlarda bulunan Türkiye için bu daha da yakıcı bir sorun teşkil
etmektedir.Eğitim seviyesi ve okur-yazarlığın düşük olduğu toplumların medyadan
etkilenme ve onun tarafından yönlendirilme derecesi çok daha yükselmektedir.
Türk
toplumu özellikle son birkaç yıldır basın ve medya tarafından korkunç bir
bombardımana maruz bırakılmakta.Dizi furyası,alabildiğine şiddet içeren üçüncü
sınıf filmler,kişiliksizleştiren aile programları derken, toplum bir gerilim
kuşağına terk edildi.Bunun karşısında ise hiçbir caydırıcı kuvvet
bulunmamakta.Siyasi iktidar medyanın seçimlerdeki işlevini iyi bildiğinden onun
tüm bu olumsuzlarına göz yummakta, hatta çoğu kez alkışlamaktadır.Zaten
iktidarın istediği de düşünmeyen,sorgulamayan,muhalif olmayan,sürü
psikolojisiyle hareket eden bir toplum yaratarak kendi egemenliğini
pekiştirmekten ibaret değil mi?Onlar için çocukların sağlıklı bir nesil haline
gelmesi,gençlerin suç bataklığından kurtarılması,ıslah edilmesi,politik
söylemden öteye geçmeyen bir demagojiden ibaret.Durum böyleyken televizyona
mahkum edilmiş bir Türkiye’de suç oranlarının artması hiç de yadırganacak bir
sonuç değildir.
Medyanın
toplumu tahakküm altına alması,özünde Batı emperyalizminin bir politikası ve
üçüncü dünyaya ihraç ettiği bir kültürel semptomdur.Bununla amaçlanan,böyle
ülkelerdeki halkların sahip oldukları kültürel mirası ve değerler bütünlüğünü eriterek
Batının bu alandaki hegemonyasını inşa etmektir.Bu şekilde, toplulukları
istediği gibi yönlendirecek,yarattığı moda akımlarla kendi ekonomik
devamlılığını da korumuş olacaktır.Türkiye de 1980’lerden itibaren Kemal
Sunallar, Müslüm Babalar,Mariannalar ve sayılamayacak kadar çok olan objeleri
kullanarak bu politikayı sürdürmüştür.
Televizyonda
izlediği şiddet içerikli programlardan etkilenerek suç işleyen,hatta olayı
toplu öldürmeye kadar vardıran kimi vakaları hepimiz anımsıyoruz.Televizyonda
gördüğü “Polat,Seymen Ağa,Deliyürek ….”tiplerine özenerek giyim kuşamından saç
stiline ve hatta konuşma tarzına kadar değiştiren gençler görmekteyiz.En büyük
hayali onlar gibi olan bu gençlerin ilk yapmak istediği ise onlar gibi beline
bir silah alıp etrafa korku salmaktır.Bunun daha ilerisinde kendi çetesini
kurup haraç toplamak ve bir kabadayı olmak bulunuyor.Sadece yoksul kesimden
gelen gençler ve çocuklar değil,toplumun tüm kesimleri bundan nasibini
almakta.Ancak şu bir gerçek ki yaşamı yoksunluk içinde geçen ve kaybedeceği
hiçbir şey olmadığını düşünen kesim bundan çok daha fala etkilenmektedir.Daha
geçen gün gazetelerde “magazin programında gördükleri manken-şarkıcılara özenen
12-13 yaşlarında üç kız çocuğunun evden kaçarak,otogarda Antalya’ya gitmek için
bilet alırken yakalandı”kları yazıyordu.Ve bu haberi ele alan medyamız “göğsünü
gere gere” bu haberi ana haber bültenlerinde ifşa ediyordu!
Aslında
bu konuda çok fala söz söylemeye gerek bırakmayan sayısız olay gelişiyor her
gün.Aynı şekilde her gün yen yeni genç beyinler,yeni yeni çocuk düşler kurban
ediliyor medya canavarına.Sokakta yaşayan çocukların sayısındaki korkunç
artışın ve suç işleme yaşının bu kadar düşmesinin ardındaki belki de en başlıca
faktör medyanın ve özellikle televizyonların rolüdür.
Bu
konudaki analizimizi uzman bir ağızdan alınan birkaç anekdotla tamamlamak
istiyoruz.Kanımızca suç-şiddet-medya-televizyon ilişkisini ortaya koymada
önemli katkıda bulunmaktadır.Kendisiyle yapılan bir röportajda, artan suç
vakalarını değerlendiren nöropsikiyatri uzmanı Prof.Dr.Nevzat Tarhan medyanın
rolüne ilişkin şu saptamayı yapmaktadır:
“……. suç örgütlerinde medyanın
zaaflarını
kullanma eğilimi
vardır. Suç gruplarının bu eylemlerinde ses getirmek
gibi bir
hedef de var. Çocuklardan kurulu suç çeteleri, genellikle daha
büyük mafya
oluşumlarının şemsiyesi altındadır. Uyuşturucu ticareti
yapan
mafyanın tetikçileri genellikle bu gençlerdir. Büyürler ve bu tür
organizasyonların içine girerler.
Medyanın bir diğer olumsuz etkisi;
yayını yapılan şiddet
filmleri.
Bu filmler şiddeti olağan olarak sundukları için, çocuk
şiddeti doğal
kabul etmeye yöneliyor. Dünyada 15-20 yıldır şiddet
flimleri
furyası var. Bu tür filmlerin çocuklar üzerindeki etkileri
bilimsel
olarak yeni yeni saptanıyor. Şimdiye dek, şiddetin hiç bu kadar
onaylandığı,
bu kadar doğal kabul edildiği bir kültür aşılanması
olmamıştı.
Medyanın sorumlulukla hareket ederek, şiddeti onaylamadığını
hissettirmesi gerekiyor. Ama medyadan haberi vermemesini talep etmek de
olanaksız.
Medya pek tabii ki haberini yapmalı ki, halk da böyle
olayların
gerçekleştiğini öğrenmeli. Ama belki bu konu ile ilgili daha
kapsamlı
haber analizleri de hazırlanmalı. Kısaca reyting için
sansasyonel
haber yapmak yerine, belki daha istatistiksel, daha
araştırmacı
olarak hazırlanabilir. Belki de bu noktada en ciddi risk,
mafya
dizileri ile çocukların şiddetle tanışması. Bir özdeşim modeli
olarak
izlediği bu dizilerin etkisinde kalan çocuk, bencilliği,
çıkarcılığı,
zevkçiliği özümsüyor. “
4-DEPOLİTİZASYON VE AMAÇSIZLAŞAN BİREY
Ülke genelinde yaşanan suç vakalarındaki artışın ardında
yatan önemli etkenlerden birisi de toplumun depolitize edilmesidir.Kuşkusuz
bunda amaçlanan, sadece bireyleri tek tek apolitikleştirmek değil;bir bütün
olarak toplumu her kanala yönlendirilebilecek derecede siyasal arenadan uzaklaştırmaktır.
Kırk yıl
boyunca ülkenin yönetiminde en kilit görevleri üstlenmiş Süleyman Demirel’in
“Ben halkımın çobanıyım.” Söylemi bu olguyu özetlemektedir.Yöneticiler ve
siyasal erki ellerinde bulunduranlar, toplumun bilinçlenerek örgütlenmesini
istememişler,böylece onu bir “sürü” gibi rahatça yönetmeyi arzulamışlardır.Sivil
toplumu olmayan,iktidar yardakçılığından öteye gitmeyen aydın şürekasına sahip
ülkenin bu gerçekliği, beraberinde büyük bir ideolojik muğlaklık ve günü
kurtarmaya dönük bir sosyalite inşa etmiştir.
Düşünen,eleştiren,sorgulayan
aydınlar hapislerde çürümeye terk edilmiş,muhalif odaklar sindirilmiş,iktidar
için tehdit unsuru olan partiler bir bir kapatılmıştır.Tüm bunların sonucunda
vatandaşlar,sadece seçimden seçime hatırlanan ,güdümlenmiş birer nesneye kadar
indirgenmiştir.Demokratik katılım,çoğulculuk,halk egemenliği gibi demokrasinin
vazgeçilmez unsurları,sadece anayasada yer alan sembolik birer kavram haline
getirilmiştir.Son birkaç yıldır bu alanda atılan adımlar adeta birer “nimet” gibi
sunulmakla beraber,bunlar 1980 askeri cuntasının toplumdan gasp ettiği en doğal
hakların geri gelmesinden başka bir şey değildir.Bu hakların da AB’nin
zorlamasıyla verildiği göz önüne alındığında durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır.
Sadece
konumuza örnek teşkil etmesi bakımından bugünkü üniversite gençliğinin durumunu
ele aldığımızda;hiçbir ideolojisi,dünya görüşü,idealleri olmayan,tek amacı
kendini bireysel olarak kurtarmak olan bir gençlik söz konusu.Siyasete karşı
büyük bir önyargı ve uzaklık görülmekte.Hal böyle olunca meydan aşırı
milliyetçi veya radikal dinci kesimlere kalmaktadır.Bu unsurlar ise sistem
tarafından gerçek bir tehlike olarak görülmemekte,hatta çoğu defasında destek
bulmaktadır.
Toplumun
üreten, düşünen öncü gücü konumundaki üniversite gençliği bu durumdayken,diğer
kesimlerin durumu daha da vahimdir.Ekonomik sorunlarla cebelleşen toplumun tüm
istemleri ekonomik gelişmeyle sınırlanmış durumdadır.
Bugün
Türkiye kamuoyunun en duyarlı ve muhalif gücü Kürtlerden ibarettir. Sosyal-siyasal-ekonomik
konularda gündem yaratmaya çalışan Kürtler ise karşılarında devletin
asker-polis gücünü bulmaktadır.En basit demokratik hak istemleri dahi
“terörist” söylemleriyle bastırılmakta ve medya aracılığıyla kirli kampanyalar
sürdürülmektedir.Özellikle son dönemde hortlayan Kürt düşmanlığının altında
yatan da budur.Adeta ülkedeki tüm suç olayları,tüm kirli işler Kürtlerin
eseriymiş gibi lanse edilerek bu düşmanlık körüklenmektedir.Oysa Kürtler sadece
kendileri için değil, ülkede yaşayan yetmiş milyon için demokrasi, insan
hakları ve insanca yaşam kriterlerinin güvenceye alınmasını, uygulamada bunlara
işlerlik getirilmesini istemektedir.Bu istemlerin terörizmle ilgisini kurmaya
çalışmak ise sadece Kürt düşmanlığına yorulabilir.Eğer toplumun diğer bileşenleri
de ortak demokratik zeminlerde buluşarak istemlerini ortaya koymuş olsalar; hem
Kürt düşmanlığının zemini kurutulacak, hem de sivil toplum ayağı geliştirilerek
hak ve hürriyetlerde kazanımlar elde edilecektir.
İnandığı
hiçbir değer yargısı olmayan bir insanın suç işlemesi,bir dünya görüşüne sahip
ve amaçları olan bir başkasına göre çok daha olağandır.Yozlaşan ve
marjinalleşen bireyler suç işlemek için birer potansiyel
durumundadır.Tarihten,toplumdan,ülke sorunlarından kopuk bir gençlik, suç ve
şiddet olaylarının artışında temel rol oynamaktadır.Aynı biçimde henüz kişiliği
tam olarak oluşmamış, çocuk yaştaki bireyler de bu suçlara ortak edilmektedir.
Suç işeyen
bireyler ele alındığında görülüyor ki,bu kişilerin büyük bir kısmı hiçbir şeye
inanmamakta ve rağbet ettiği temel değerler “güç” ve “para” gibi unsurlardır.Bu
tip insanlar siyasete ve yöneticilere uzak durmakta ve ilkel bir tepki duymaktadır.Bu tepki de
siyasal-ideolojik bir düşünüşten yoksun ve bireysel bir tepkidir.Dolayısıyla
işlenen suçlar bu tepkinin bir sonucunda duyulan intikam alma güdüsünden
ibarettir.Bu tip bireylerde gözlemlenen bir diğer olgu ise,geleceğe dair koyu
karamsar tutumları ve toplumsal hiçbir ideallerinin bulunmayışıdır.
Tüm bu
belirttiklerimiz hep birer sonuçtur.Bahsettiğimiz insanlar dünyaya birer suçlu
olarak gelmemişler;aksine,yaşam koşulları ve maruz kaldıkları politikalar
sonucunda bu duruma düşmüşlerdir.Suç vakaları incelendiğinde karşımıza çıkan bu
apolitizasyon ve değersizleştirme süreci ortadan kaldırıldığında görülecektir
ki;sorumluluk bireysel değil, toplumsaldır.Bu nedenle “suçlularla mücadele”den
daha önemli olan “suçla mücadele” üzerinde durmak, sorunun çözümünde kilit bir
rol oynayacaktır.
5-İDARİ VE HUKUKSAL YETERSİZLİKLER
Suç olaylarındaki yükselişin önlenememesindeki önemli
diğer bir neden idari ve hukuksal yaklaşımdan kaynaklanmaktadır.Burada bunları
irdelemeye çalışacağız.
Her şeyden
önce idarenin artan suç olaylarına yaklaşımı yüzeysel ve çözümleyici olmaktan
uzaktır.Çünkü olaya salt bir kriminal sorun gözüyle bakılmaktadır.Bu yüzden
ortaya konulan çözüm önerileri hep cezai yaptırımları aşmamıştır.Bugün
Türkiye’de bu konularda çalışmalar yürütmesi gereken Aileden Sorumlu Devlet
Bakanlığı,İçişleri Bakanlığı,Çocuk Esirgeme Kurumu,Emniyet Genel Müdürlüğü ve
daha pek çok kurum olmasına rağmen suçlardaki artış trendinin önlenememesi akla
bazı sorular getirmekte.Bir kere sokak çocukları sorunu demagojik söylemlerin
en çok sarf edildiği konudur.Zira bu çocuklar gerçek anlamda topluma kazandırılmıyor,ıslah
edilmeleri için ciddi bir çalışma yürütülmüyor.Çok gündeme gelen bir konu da
ıslahevlerinde istismara uğrayan,hor görülen ve yaşı dolduğunda sosyal ekonomik
bir güvence sunulmadan tekrar sokağa terk edilen gençlerin durumudur.Bu
gençlerin büyük kısmı da suç örgütlerinin,mafyanın,çetelerin eline düşmektedir.
Sokakta
gittikçe artan suçlara karşı alınan önlemlere bakıldığında polisiye önlemlerden
öteye geçmediği görülüyor.Bu tür insanlar toplum gözünde zaten hor görüldükleri
için herkes onların yok edilmeleri gereken birer kötülük kaynağı olduğunu
düşünüyor.Bunu yaratan da yine idarenin ve yöneticilerin bu bakış açısını
destekler tutum ve söylemleridir.Bırakın sorun çözücü olmayı,sokakta gelişen ve
nedenlerini kendilerinin de bildiği tüm suç olaylarını “yasadışı örgüt,terör
örgütü” gibi söylemlerle farklı yerlere
çekmekte ve bundan siyasi rant elde etmeye çalışmaktadırlar.Özellikle tüm
şiddet ve suçlardan Kürtleri sorumlu tutan ucube düşünce tarzı tam da burjuva
siyasetinin bir örneğidir.Hal böyle olunca çözüm olarak sunulan tek şey ceza
miktarlarının arttırılması olmaktadır.Bunun uzun vadede sorunu çözmediği artık
apaçık ortadadır.
Değinilmesi
gereken ikinci husus ise Türk Ceza Kanunu’nun durumudur.1980 askeri
cuntasının ürünü olan TCK. Nerdeyse her iktidar tarafından değişikliğe
uğratılmış,bu yönüyle kırk yamalı bir bohçaya dönmüştür.Suç ve ceza kavramları
uzmanlık alanlarımız olmadığından,işlenen suçlara karşılık öngörülen ve
uygulanan cezalar hakkında konuşmayacağız.Ancak baklava çalan çocuklara 8-10
yıl hapis cezası veren, cinayet işlemiş insanları 5-6 yıllık infazdan sonra
salıveren,birer ıslah kurumu olması gereken cezaevlerinin buraya düşenleri daha
da tehlikeli bireyler haline getiren bir hukuki sistemin yetersizliği de
açıktır.Reform olarak sunulan değişiklikler şimdiye kadar başarılı netice
vermemiş,yeni bir TCK. Yapılması gerektiği çeşitli vesilelerle ortaya
konulmuştur.
C-SONUÇ
Aslında problemin nedenleri bilimsel verilerle ortaya
konulduğunda çözüm için üretilecek projelerin mahiyeti de kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır.artan suç vakalarının durdurulması ve azaltılması konusu ayrı bir
çalışmanın konusu olmakla beraber,bizce yukarıda özetle ortaya konulan olgular
ışığında yaklaşıldığı takdirde bu konuda olumlu sonuçlar elde edilecektir.Herşeyden
önce bu sorun asli ve öncelikli bir konu olarak ele alınmak
durumundadır.Demagojik ve sorunun nedenlerini ussal olmayan nedenlere
dayandırma politikasından dönülmeli ve ve bu tehlikeli gidişata son
verilmelidir.
KAYNAKÇA
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi
KASI M 2004 | YIL : 5 | SAYI : 57
Keleş, R.: Kentleşme ve Konut Politikası, s:43-45, Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilimler Fakültesi Yayınları,
Rektörlük No: 540-541, Ankara, 1984.
. Kıray, M.: Toplumsal Değişme ve Kentleşme,
Kentsel Bütünleşme, s:57-58, Türkiye Gelişme Araştırmaları Vakfı Yayını, No: 4,
Ankara, 1984.
www.ntvmsnbc.com
. Sencer, Yakut.: Türkiye’de Kentleşme, Bir
Toplumsal ve Kültürel Değişme Süreci, Kültür Bakanlığı Yayını, Yayın No:345,
Ankara, 1970.
www.kriminoloji.com 2002-2005 Prof. Dr. İbrahim
BALCIOĞLU[1]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder