4 Temmuz 2012 Çarşamba

METROPOLLERDE YAŞANAN VE TIRMANIŞI ÖNLENEMEYEN SUÇ VE ŞİDDET OLAYLARINDAKİ ARTIŞ


 METROPOLLERDE YAŞANAN  VE TIRMANIŞI ÖNLENEMEYEN SUÇ VE ŞİDDET OLAYLARINDAKİ ARTIŞ

A-GİRİŞ
 Suç kavramı özellikle kentlerde yaşayan insanlar için gündelik ve basit bir kavram halini aldı. Kuşkusuz bunun başlıca nedeni toplumun ve bireylerin suçu ve şiddeti kanıksaması, yaşamın bir parçası olarak görmeye başlamasında yatıyor. Gasp, kapkaç, hırsızlık,tinerciler-sokak çocukları,mafya,uyuşturucu çeteleri,fuhuş,cinayet…Bunlar artık yaşamımızın birer parçası haline geldi.Artan kapkaç terörü şimdiye değin onlarca can aldı.Sokakta yaşayan madde bağımlısı çocuklar toplumun kanayan bir yarası olmuş durumda.Liselerin önünde tezgah kuran uyuşturucu satıcıları pervasızca palazlanıyor.Ve medyamız şiddeti,mafyayı yatak odalarımıza kadar sokmuş durumda.Hiçbir güç medyanın şiddete bunca teşvik eden yayınlarına denetim getiremedi.Artık insanlar birer ‘Polat,Çakıcı,Nuri Ergin’ olma hayalleriyle yatıp kalkıyorlar. Her gün televizyonlarda,gazetelerde onlarca  suç vakasına rastlamak mümkün.Ancak bu konuda yapılan çalışmalar polisiye önlemler olmaktan öteye geçmiş değil. Bu yaklaşımın da sorunu çözmedeki yetersizliği, her geçen gün artan suç oranlarından apaçık anlaşılmaktadır. Özellikle İstanbul,Ankara,İzmir gibi metropollerde bu sorun kangrenleşerek büyümekte ve sonuçları itibariyle toplumu daha da fazla etkilemekte.
              Sorunun kaynaklarına inmeden önce belirtilmesi gereken bir diğer husus da, toplumu adeta bir cendereye almış olan suçlardaki bu artış karşısında, aydınların, bilim adamı, yazar ve siyaset bilimcilerinin tutumudur. Bilimsellikten uzak,salt klişe söylemlere dayanan,polisiye önlemlerle bu problemin aşılacağını düşünen bir zihniyet,elbette daha en başından kaybetmektedir.Sorunun kaynakları incelendiğinde görülmektedir ki salt adli-idari yaptırımlar uzun vadede olumlu bir sonuca yol açmamaktadır.
            Tırmanışı önlenemeyen bu olgunun kaynağına inildiğinde göç, ekonomik yoksulluk, özellikle medyanın yarattığı mafya-çete idolleri, fırsat eşitliğinden mahrum kalarak marjinalleşen varoşlar, toplumsal-kültürel dejenerasyon, depolitizasyon, aile kurumundaki çözülme gibi nedenler karşımıza çıkmakta. Olaya salt bir eğitim sorunu veya asayiş sorunu gözüyle bakmak bilimsellikten ve çözümden uzak dogmatik bir yaklaşımın ürünleridir. Aşağıda bu konunun asli sebepleri olarak gördüğümüz bu temel başlıkları ele almaya çalışacağız.

1-KENTLERE YOĞUN GÖÇ VE SONUÇLARI
Türkiye 1970’li yıllarda ekonomik nedenlerle başlayan ve ’80 sonrasından günümüze dek süren düşük yoğunluklu savaşın sonunda kırdan kente, doğudan batıya, kırsaldan büyük kentlere büyük bir toplumsal göçle karşı karşıya kalmıştır. Çatışma sürecinde boşaltılan köy sayısı dört bini aşmıştır. Buna tarım ve hayvancılığın bitmesi ve işsizlik eklendiğinde çok büyük bir kitle metropollere kaymıştır. Bunun yanında Diyarbakır, Urfa, Van gibi bölge kentleri de aşırı göç sonucunda birer köy-kente dönüşmüş ve sorunlar yumağı daha da büyümüştür.
Kırdan kente göçte üç temel unsur bulunur. Bunlar;
a)İtici Güçler: Bu güçler, nüfusu köyden uzaklaştıran unsurlardır. Türkiye’deki başlıca itici güçler Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşanan çatışma ve güvenlik sorunu, tarımda makinalaşma, hayvancılık sektöründeki gerileme, toprakların çok küçük parçalara ayrılmasıdır.
b)Çekici Güçler: Bunlar, kentlerin insanlara sunduğu ekonomik, sosyal ve kültürel olanaklardır. Yine kentin sağladığı eğitim, sağlık, güvenlik, ulaşım olanakları da bu kategoride ele alınır.
c)İletici Güçler: Göç kanalları ve olanaklarındaki gelişmelerdir. Ulaşım araçlarındaki ilerlemeler iletici güçleri meydana getirir.
Bu üç unsur, Türkiye’deki nüfus hareketlerinin temel dinamiklerdir.Ancak yaşanan hareket beraberinde dengesiz kentleşme,sosyal intibaksızlık,siyasal kaos ve kültürel erozyonla birleşerek suçun ana zeminini yaratmıştır.
“Çok hızlı bir iç göçle büyük kent mahallelerine eklenen taşra insanının derin ruhsal sıkıntılarının dışavurumu, özünde toplumsal problemleri sıklıkla tek tek vakalar hâlinde kent gündemine taşımaktadır. Demografik etkenlerin ekonomik ve kültürel etkenlerle iç içe bulunması suç olgusunu ortaya çıkarmakta ve suçluluğun artışına sebep olmaktadır.
Çarpık yapılanmış bir kentte yeni gelen kişi geleneklerini sürdüremez. Göç edilmiş yerle içine girdiği yeni ortam arasında bir bağdaşıklık göremez. Çaresizlik ve mahrumiyet çekmekte, çoğu zaman farklı derecelerde bunalımlara düşmektedir. Kentteki köylü bağlanabileceği insancıl bir şeyler bulabilmek için derin bir istek duyar. Kişiliğini ifade etmek ve kendi adına davranışta bulunmak için, güçlü bir tutku duyan bu insan çoğu kez aradığına ulaşamamakta ve mutsuz olmaktadır. Psiko-sosyal ve ekonomik sıkıntıların büyük bir kısmını bu bocalama durumunun bir etkeni olarak görebiliriz” (Sencer Y, 1970).
Kentlere göç eden nüfus, banliyölerde gettolaşan bir yaşamın kucağına düşmektedir. Kırdan kente göç olgusunun meydana getirdiği temel problemlerden biri hızlı gecekondulaşmadır. Eğitimsiz, ekonomik yoksunluklar içinde bulunan, dışlanan varoşlar zamanla suç üreten birer merkez durumuna gelmektedir. Çünkü her şeyden önce göçle birlikte buralara yığılan insanlar kentle, kentsel yaşam ve değerlerle bir uyumsuzluk yaşamaktadır Bu uyumsuzluk, yoksulluk içindeki bu insanlar için önemli bir zemin meydana getirmekte, bireylerin –özellikle gençler ve çocuklar- suça itilmesini hızlandırmaktadır.
Köyü yakılan,boşaltılan, çoğu kez zorunluluk sonucu büyük bir Kürt kitlesi başta İstanbul,İzmir,Adana,Mersin olmak üzere batıdaki metropol kentlere göçmüştür.Temel kimlik ve kültürel hak istemleri zapturapt altına alınan,en yetkili ağızlardan “vatandaşlık” hakkı bile “sözde” bırakılan Kürtler,kentsel sorunların ve özellikle suç olgusuna doğru bilinçli şekilde itilmektedir. Dikkat edildiğinde görülecektir ki,medya ve sistemin yönetim kademelerindekiler,suç oranlarındaki artış veya işlenen yeni bir suç karşısında Kürtleri sorumlu bulmakta,hatta olayı “örgüt”le bağlantılandırmaktadır.Oysa bu durum,büyüyen kriminal vakalar karşısındaki acizlik itirafından başka bir şey değildir.Kaldı ki, Kürt sorunu demokratik bir çözüme ulaşmadan,bu sorun kendini devam ettirecek,hatta diğer kentlere de yayılacaktır.Açıklanan veriler de gösteriyor ki,Diyarbakır, suç oranlarında korkutan bir büyümeyle sinyal vermekte.Aynı biçimde Kürt sorunu dolayısıyla batıdaki illere  savrulan ve buralarda yaşayan  milliyetçi unsurlarca sürekli hedef gösterilen Kürtler,hem toplumsal gerilimlere,hem de suça teşvik edilmektedir.
Göçle kentlere gelenlerin başlıca sorunu işsizlik ve geçim sıkıntısıdır. “Toplumsal ekonomik düzeyin düşüklüğü, bir yandan maddî yaşama şartlarını ağırlaştırdığı için, bir yandan da toplumsal güçlükleri yoğunlaştırması sebebi ile dolaylı olarak kente ait uyum açısından menfi bir etkide bulunmaktadır” (Kıray M, 1982).Kente gelen, ancak hiçbir zaman gerçek manada ‘kentli’ olmayan genç nüfus, hem ekonomik, hem de kültürel olarak arada kalmışlığı yaşamaktadır. Bu sıkışmışlık hali maddi ve manevi hayallerle birleşerek  bireyi kısa yoldan köşe dönmeye,çalışmadan zengin olmaya,amaları için her yolu mubah sayarak suç işlemeye sevk etmektedir.Kendini ifade edemeyen,yoğun kimlik ve aidiyet sorunları bulunan,üstelik ‘kentli’ tarafından hor görülerek dışlanan bu gençler ve çocuklar suç çeteleri kurarak bir anlamda intikam almakta ve yaşamını suçların üzerine oturtmaktadırlar.

2-TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL ÇÖZÜLME
Ülkede ve özellikle de metropol şehirlerinde hızla artan suç ve şiddet olaylarının altında yatan bir diğer olgu,yaşanan toplumsal ve kültürel erozyondur.Kuşkusuz geçmişe kısa bir yolculuk uaptığımızda bunun başlangıç aşamasında 12 Eylül cuntasının bilinçli bir politikasıyla karşı karşıya kalıyoruz.Dönemin generalleri,gençliğin sol-sosyalist hareketlere kayışını dizginleyebilmek için,dünyadan ve ülke gerçeklerinden kopuk bir gençlik yaratmak amacıyla kolları sıvamışlardı.Temel esin kaynakları ise İspanyol darbeci General Franco’nun “3F (futbol-fiesta-festival)” formülasyonu idi.Buna uygun olarak Türkiye’de de ‘80’lerden itibaren toplusal,sosyal çözülme süreci başlamıştır.Bu politikanın başlıca sac ayaklarını ise medya,spor,moda ve magazin dünyası oluşturmuştur.Arabesk kültür bir yaşam biçimi haline getirilmiş ve özellikle yoksul kesim gençliği bu araçlarla suç işlemeye meyilli bir hale sokulmuştur.
İnanacağı hiçbir değer olmayan,dünya görüşünden yoksun,içten içe tüm dünyaya karşı büyük bir kin besleyen bir gençliğin suça kaymaması beklenebilir mi?Geleneksel sevgi-saygı bağlarının bunca köreltildiği,eğitimden yoksun bırakılmış insanların yaşadığı bir ortamda sağlıklı bir genç nesil yetişemez elbette.Yaşamdaki tek amacı “köşeyi dönmek,gemiyi kurtaran kaptan olmak..”olan genç bireyler böylece önlerine çıkan ilk fırsatta suça bulaşmakta ve geri dönüşü çok zor olan bu dünyaya adım atmaktadırlar.
Bahsettiğimiz toplumsal yozlaşmanın diğer yanında ise küreselleşen kapitalizmin yarattığı ve tüm dünyaya empoze ettiği post-modern kültür bulunmaktadır.Bir yerde insani olan tüm değerlerden bireyi izole eden bu “kültür” bugün başta Amerika ve Avrupa olmak üzere dünyanın hemen her yerinde egemenliğini kurmuştur.Uyuşturucu,hap,alkol,fuhuş vb.araçlar gençleri yaşadıkları gerçekliklerden çıkararak sonu arka sokaklarda veya cezaevinde biten bir kopuşa doğru sürüklemektedir.Egemenler,kendilerine karşı gelişebilecek muhalefeti böylece daha en başta ortadan kaldırmayı amaçlamakta ve görüldüğü kadarıyla bunda başarılı da olmaktadır.
Hızla artan ve özellikle nüfusun genç kesimini etkileyen bu olgunun bir nedenini de dejenerasyona uğrayan aile yapısında aramak gerekiyor.Özellikle kırsal alanlardan kentlere göçe maruz bırakılan ailelerde ilk süreçlerde yaşanan kültür şoku,zamanla yerini dağılmaya bırakıyor.Eğitimden mahrum kalan ve kentin tüm kötü işlerinin nesnesi durumuna gelen gençler,buldukları ilk fırsatta aileden de uzaklaşmaktadır.Tatlı hayallerle ve sahte özgürlük hayalleriyle ailelerinden kaçan bu bireyler suç çetelerinin,insan satıcılarının tezgahına düşmekte yaşamlarının en verimli,dinamik döneminde tükenebilmektedirler.Kentin varoşlarında kentli olmayı başaramamış,sınıfsal olarak en altta kalan bu aile yapısı erozyona uğramakta ve bunun sonucunda en temel sosyal baskı mekanizması –ki aile toplumun en küçük yapı taşı olarak tanımlanır-ortadan kalkmaktadır.
Hem metropollere,hem de bölge illerine bakıldığında gençliğin büyük bir boşluk içinde bulunduğu görülüyor.Amaçsız,ütopyasız,yoğun gelecek kaygıları taşıyan ve yaşamını idame ettirecek eğitsel formasyondan yoksun Kürt gençliği çareyi önüne konulan en büyük tuzak olan suç eylemlerinde bulmaktadır.Yankesicilik,hırsızlık,gasp gibi emek vermeden para sahibi olma istemiyle başlayan süreç,karanlık bir dünyanın da ilk basamağını teşkil ediyor.Kürt gençliğinin suça bulaşmasındaki önemli bir etken de “Beyaz Türkler”ce her yerden dışlanması,aşağılanması ve hor görülmesidir.Sistem içinse Kürtler zaten her zaman sorun,her zaman kötülük ritüelleriyle lanse edilmektedir.Bir yerde Kürt gençliği için danışıklı bir dövüş yapılmaktadır.Siyasal ve kültürel olarak yaşamasına izin verilmeyen Kürt gençliğinin önüne suç işleme zemini sunulmakta ve sonrasında sanki bunu önlemek için çok çaba harcamışçasına çıkıp,kötü olan her şeyde olduğu gibi bu konuda da faturayı Kürtlere çıkarmaktadırlar.Ama şu çok açık bir gerçek ki,sistem için suç batağına saplanmış bir Kürt gençliği,siyasal-demokratik alanda mücadele eden muhalif bir Kürt gençliğine yeğdir.
Nihayetinde toplumun her kesimine farklı biçimlerde bulaştırılmış olsa bile,toplum olarak büyük bir çürümeye itilmeye çalışıldığımız gerçeği ortada durmakta.Bu olguyu sadece kentlerdeki banliyölere mal etmek de doğru değil.Total bir yaklaşımla toplumun tüm kesimlerine karşı yürütülen bir özünden uzaklaştırma çabası söz konusu.Dejenere edilen,içi boşaltılan,toplumsal değerleri eritilen toplum,meyvelerini suçlardaki büyüme olarak vermektedir


3-MEDYA BU OLGUNUN NERESİNDE?
            “ Türklerin 9 yılı TV başında geçiyor”

            “ Uzmanlar, Türkiye'nin dünyanın en çok TV izleyen 4'üncü ülkesi olmasının,
      Türkler'in mutsuzluğunun kaynağı olabileceği yorumunu yaptı. NOP World
      araştırma şirketinin Aralık 2004-Şubat 2005 tarihleri arasında yaptığı
      araştırma Türkler'in haftada 20.2 saatini TV başında geçirdiğini ortaya
      koymuştu. Bu, dünyadaki 16.6 saatlik ortalamadan 4 saat daha fazla. Türkler
       günde ortalama 4 saat televizyon izliyor. Yani 75 yıl yaşayan bir kişi
      ömrünün 9 yılını TV karşısında harcıyor. Uzmanlar modern insanın TV
      izlemekten daha çok yaptığı tek şeyin uyumak ve çalışmak olduğunu
      belirtiyor.”

            “ Eurobarometre Türkiye Ulusal Raporu’nda yer alan bir diğer tesbit ise Türk
insanının ‘kültür ve bilgi kaynağı’ güvenini yansıtıyor. Yapılan ölçüme göre
Türkiye’nin yüzde 91’i televizyon izliyor. Bilgiyi buradan alıyor. Bu oran
AB’nin üye ve diğer aday ülkelerinde yüzde 71 olmakta. Türkler’in yüzde 83’üde
AB’yi televizyondan öğreniyor. Oysa, diğer üye ve aday ülkelerde bu oran yüzde
58’lerde kalıyor.”

            “ İlkokul mezunu ile yüksek lisanslıların TV izleme oranları birbirine çok
      yakın.”
      
            “Türkiye’deki gazete satış rakamları ile televizyon izlenme oranları,
      “halkın çok az gazete okuduğunu, buna karşılık günün ortalama 3.5 saatini
      televizyon karşısında geçirdiğini” ortaya koydu.Türkiye’de yayınlanan 36
      ulusal gazete, geçtiğimiz Haziran ayında günlük ortalama 4 milyon 381 bin
      satış yaptı.
             Son yapılan nüfus sayımında okur-yazar oranı yüzde 87.5 olarak
      tespit edilen Türkiye’de, gazete satış rakamları, “halkın büyük
      çoğunluğunun gazete okumadığını” gözler önüne serdi. Gazete satış
      rakamları ile DİE’nin nüfus rakamlarının karşılaştırılmasına göre, bu
      yılın haziran ayında potansiyel nüfusun sadece yüzde 7.3’ü gazete okudu.”    
            
      “Çocuklar ve erkekler daha fazla televizyon izliyor
             Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) 1999 yılında yaptırdığı
      kamuoyu araştırmaları ise Türkiye genelinde televizyon izleme süresini
      günde ortalama 3.5 saat olarak belirledi.
             RTÜK’ün 6 bin 277 kişiyi kapsayan araştırmasına göre, 5 bin 191
      bayandan bin 199’u, 5 bin 333 erkekten bin 428’i, 4 bin 557 çocuktan bin
      121’i günde en az 3 saat televizyon izliyor.
             Araştırmaya katılan bayanların yüzde 9’u, erkeklerin yüzde 13.4’ü,
      çocukların ise yüzde 13.81’i, 5 saatten fazla süreyi televizyon karşısında
      geçiriyor. Televizyon, en çok 21.00-23.00 saatleri arasında izleniyor.
             Eğitimi ilköğretim düzeyindekilerin yüzde 27.72’si, lise
      düzeyindekilerin yüzde 26.76’sı, üniversite düzeyindekilerin yüzde
      27.61’i, yüksek lisans düzeyindekilerin yüzde 25.62’si, doktora sonrası
      düzeyde eğitim görenlerin ise yüzde 24’ü günde en az 3 saat televizyon
      seyrediyor.”

“TRT net internet sitesinde yayınlanan bir araştırma ise toplumumuzdaki
televizyon merakının ulaştığı boyutu çarpıcı rakamlarla ortaya koyuyor.
“Türkiye’de Kitap Okunmuyor” başlığıyla verilen araştırmaya göre Türkiye’de 40
milyon kişi hiç kitap okumazken, nüfusun yüzde 94’ü TV seyrediyor. Kitap
okuyanların oranı ise yüzde 4 buçuk. Ülkemiz, düzenli kitap okuma oranında
dünyanın pek çok ülkesi ile mukayese edilemeyecek kadar geri kalmış durumda.
Düzenli okuma alışkanlığı, Japonya’da yüzde 14, Amerika Birleşik Devletleri’nde
yüzde 12 iken, Türkiye’de sadece onbinde bir düzeyinde.”

“Haberler şiddet dolu “

“Ana haber bültenlerinde neredeyse her beş haberden biri cinayet, intihar ve
şiddet konulu. Onu politika, dış politika, spor, magazin izliyor. Ekonomi
haberlerinin payı yüzde 4, eğitime ayrılan pay yüzde 3’te kalıyor.
Medya Takip Merkezi’nin (MTM) 11 “aktüel içerikli” televizyon kanalında yaptığı
haber ölçümlemesine göre, bir aylık süreçte ana haber bültenlerinde yayınlanan
haberlerin yüzde 18’i “yaşam” kesitli. Buna karşılık eğitime ayrılan süre ise
sadece yüzde 3. “
Ana haber bültenlerinde yayınlanan haberlerin konularına, adetlerine ve bu
haberlere ayrılan sürelere göre yapılan ölçümlemeye göre, 15 Kasım-15 Aralık
tarihleri arasında ana haber bültenlerinde toplam 6 bin 87 haber yer aldı.
Cinayet, intihar ve şiddet haberleri, ana haber bültenlerinde en çok işlenen
konular olurken, politika haberleri ikinci, Türkiye’nin dış politikalarıyla
ilgili haberler üçüncü, spor dördüncü, magazin ise beşinci oldu.”
“Magazinde artış”
“Ana haber bültenlerinde, konulara ayrılan sürelere göre, TV kanallarının en
geniş yer verdiği haberler, 44 saatle “yaşamın içinden kesitler” ile ilgili
haberler oldu. Gasp, hırsızlık, kapkaç, intihar, cinayet, kavga, kaçırılma,
yangın vb. haberlere toplam sürenin yaklaşık beşte biri ayrıldı.
Magazin haberlerine ayrılan sürelerde artış gözlendi”        
           
            Günümüz dünyasında “Dördüncü Güç” olarak adlandırılan medya,suçlardaki artışla birebir ilgilidir.Yukarıda uzunca sıralanan veriler de gösteriyor ki,tek tek kişiler ve bir bütün olarak toplum üzerinde çok büyük bir etkiye sahiptir.Bu gerçeklik,eğitim oranının düşük olduğu Türkiye gibi azgelişmiş ülkeler gerçeğinde daha somut ve belirleyici bir önem taşır.Medya;devlet,ordu ve sermayeden sonraki en temel güç olarak adlandırılsa da, aslında toplum üzerindeki kısa ve uzun süreli yansımaları incelendiğinde çok daha önemli bir güç olduğu görülmektedir.
            Bir önceki başlık altında ele aldığımız toplumsal ve kültürel yozlaşmanın başlıca kurumlarının başında medya gelmektedir.Konumuz olmamakla birlikte,medyanın yarattığı sahte dünyalar,abartılan ve bizlere örnek diye sunulan magazinel kişilikler,bilgi üretimi adına yapılan ama bilgisizlik yayan yarışma programları ve listeler dolusu sıralanabilecek benzeri formatlardaki tüm programlar hem toplumu zehirlemekte,hem de gençleri ve çocukları suça-şiddete teşvik etmektedir.Hele hele okuma bağlamında dünyada en son;televizyon izlemede ise en başlarda bulunan Türkiye için bu daha da yakıcı bir sorun teşkil etmektedir.Eğitim seviyesi ve okur-yazarlığın düşük olduğu toplumların medyadan etkilenme ve onun tarafından yönlendirilme derecesi çok daha yükselmektedir.
            Türk toplumu özellikle son birkaç yıldır basın ve medya tarafından korkunç bir bombardımana maruz bırakılmakta.Dizi furyası,alabildiğine şiddet içeren üçüncü sınıf filmler,kişiliksizleştiren aile programları derken, toplum bir gerilim kuşağına terk edildi.Bunun karşısında ise hiçbir caydırıcı kuvvet bulunmamakta.Siyasi iktidar medyanın seçimlerdeki işlevini iyi bildiğinden onun tüm bu olumsuzlarına göz yummakta, hatta çoğu kez alkışlamaktadır.Zaten iktidarın istediği de düşünmeyen,sorgulamayan,muhalif olmayan,sürü psikolojisiyle hareket eden bir toplum yaratarak kendi egemenliğini pekiştirmekten ibaret değil mi?Onlar için çocukların sağlıklı bir nesil haline gelmesi,gençlerin suç bataklığından kurtarılması,ıslah edilmesi,politik söylemden öteye geçmeyen bir demagojiden ibaret.Durum böyleyken televizyona mahkum edilmiş bir Türkiye’de suç oranlarının artması hiç de yadırganacak bir sonuç değildir.
            Medyanın toplumu tahakküm altına alması,özünde Batı emperyalizminin bir politikası ve üçüncü dünyaya ihraç ettiği bir kültürel semptomdur.Bununla amaçlanan,böyle ülkelerdeki halkların sahip oldukları kültürel mirası ve değerler bütünlüğünü eriterek Batının bu alandaki hegemonyasını inşa etmektir.Bu şekilde, toplulukları istediği gibi yönlendirecek,yarattığı moda akımlarla kendi ekonomik devamlılığını da korumuş olacaktır.Türkiye de 1980’lerden itibaren Kemal Sunallar, Müslüm Babalar,Mariannalar ve sayılamayacak kadar çok olan objeleri kullanarak bu politikayı sürdürmüştür.
            Televizyonda izlediği şiddet içerikli programlardan etkilenerek suç işleyen,hatta olayı toplu öldürmeye kadar vardıran kimi vakaları hepimiz anımsıyoruz.Televizyonda gördüğü “Polat,Seymen Ağa,Deliyürek ….”tiplerine özenerek giyim kuşamından saç stiline ve hatta konuşma tarzına kadar değiştiren gençler görmekteyiz.En büyük hayali onlar gibi olan bu gençlerin ilk yapmak istediği ise onlar gibi beline bir silah alıp etrafa korku salmaktır.Bunun daha ilerisinde kendi çetesini kurup haraç toplamak ve bir kabadayı olmak bulunuyor.Sadece yoksul kesimden gelen gençler ve çocuklar değil,toplumun tüm kesimleri bundan nasibini almakta.Ancak şu bir gerçek ki yaşamı yoksunluk içinde geçen ve kaybedeceği hiçbir şey olmadığını düşünen kesim bundan çok daha fala etkilenmektedir.Daha geçen gün gazetelerde “magazin programında gördükleri manken-şarkıcılara özenen 12-13 yaşlarında üç kız çocuğunun evden kaçarak,otogarda Antalya’ya gitmek için bilet alırken yakalandı”kları yazıyordu.Ve bu haberi ele alan medyamız “göğsünü gere gere” bu haberi ana haber bültenlerinde ifşa ediyordu!
            Aslında bu konuda çok fala söz söylemeye gerek bırakmayan sayısız olay gelişiyor her gün.Aynı şekilde her gün yen yeni genç beyinler,yeni yeni çocuk düşler kurban ediliyor medya canavarına.Sokakta yaşayan çocukların sayısındaki korkunç artışın ve suç işleme yaşının bu kadar düşmesinin ardındaki belki de en başlıca faktör medyanın ve özellikle televizyonların rolüdür.
            Bu konudaki analizimizi uzman bir ağızdan alınan birkaç anekdotla tamamlamak istiyoruz.Kanımızca suç-şiddet-medya-televizyon ilişkisini ortaya koymada önemli katkıda bulunmaktadır.Kendisiyle yapılan bir röportajda, artan suç vakalarını değerlendiren nöropsikiyatri uzmanı Prof.Dr.Nevzat Tarhan medyanın rolüne ilişkin şu saptamayı yapmaktadır:
      
            “……. suç örgütlerinde medyanın zaaflarını
        kullanma eğilimi vardır. Suç gruplarının bu eylemlerinde ses getirmek
        gibi bir hedef de var. Çocuklardan kurulu suç çeteleri, genellikle daha
        büyük mafya oluşumlarının şemsiyesi altındadır. Uyuşturucu ticareti
        yapan mafyanın tetikçileri genellikle bu gençlerdir. Büyürler ve bu tür
        organizasyonların içine girerler.
               Medyanın bir diğer olumsuz etkisi; yayını yapılan şiddet
        filmleri. Bu filmler şiddeti olağan olarak sundukları için, çocuk
        şiddeti doğal kabul etmeye yöneliyor. Dünyada 15-20 yıldır şiddet
        flimleri furyası var. Bu tür filmlerin çocuklar üzerindeki etkileri
        bilimsel olarak yeni yeni saptanıyor. Şimdiye dek, şiddetin hiç bu kadar
        onaylandığı, bu kadar doğal kabul edildiği bir kültür aşılanması
        olmamıştı. Medyanın sorumlulukla hareket ederek, şiddeti onaylamadığını
        hissettirmesi gerekiyor. Ama medyadan haberi vermemesini talep etmek de
        olanaksız. Medya pek tabii ki haberini yapmalı ki, halk da böyle
        olayların gerçekleştiğini öğrenmeli. Ama belki bu konu ile ilgili daha
        kapsamlı haber analizleri de hazırlanmalı. Kısaca reyting için
        sansasyonel haber yapmak yerine, belki daha istatistiksel, daha
        araştırmacı olarak hazırlanabilir. Belki de bu noktada en ciddi risk,
        mafya dizileri ile çocukların şiddetle tanışması. Bir özdeşim modeli
        olarak izlediği bu dizilerin etkisinde kalan çocuk, bencilliği,
        çıkarcılığı, zevkçiliği özümsüyor. “


4-DEPOLİTİZASYON VE AMAÇSIZLAŞAN BİREY
            Ülke genelinde yaşanan suç vakalarındaki artışın ardında yatan önemli etkenlerden birisi de toplumun depolitize edilmesidir.Kuşkusuz bunda amaçlanan, sadece bireyleri tek tek apolitikleştirmek değil;bir bütün olarak toplumu her kanala yönlendirilebilecek derecede siyasal arenadan uzaklaştırmaktır.
            Kırk yıl boyunca ülkenin yönetiminde en kilit görevleri üstlenmiş Süleyman Demirel’in “Ben halkımın çobanıyım.” Söylemi bu olguyu özetlemektedir.Yöneticiler ve siyasal erki ellerinde bulunduranlar, toplumun bilinçlenerek örgütlenmesini istememişler,böylece onu bir “sürü” gibi rahatça yönetmeyi arzulamışlardır.Sivil toplumu olmayan,iktidar yardakçılığından öteye gitmeyen aydın şürekasına sahip ülkenin bu gerçekliği, beraberinde büyük bir ideolojik muğlaklık ve günü kurtarmaya dönük bir sosyalite inşa etmiştir.
            Düşünen,eleştiren,sorgulayan aydınlar hapislerde çürümeye terk edilmiş,muhalif odaklar sindirilmiş,iktidar için tehdit unsuru olan partiler bir bir kapatılmıştır.Tüm bunların sonucunda vatandaşlar,sadece seçimden seçime hatırlanan ,güdümlenmiş birer nesneye kadar indirgenmiştir.Demokratik katılım,çoğulculuk,halk egemenliği gibi demokrasinin vazgeçilmez unsurları,sadece anayasada yer alan sembolik birer kavram haline getirilmiştir.Son birkaç yıldır bu alanda atılan adımlar adeta birer “nimet” gibi sunulmakla beraber,bunlar 1980 askeri cuntasının toplumdan gasp ettiği en doğal hakların geri gelmesinden başka bir şey değildir.Bu hakların da AB’nin zorlamasıyla verildiği göz önüne alındığında durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır.
            Sadece konumuza örnek teşkil etmesi bakımından bugünkü üniversite gençliğinin durumunu ele aldığımızda;hiçbir ideolojisi,dünya görüşü,idealleri olmayan,tek amacı kendini bireysel olarak kurtarmak olan bir gençlik söz konusu.Siyasete karşı büyük bir önyargı ve uzaklık görülmekte.Hal böyle olunca meydan aşırı milliyetçi veya radikal dinci kesimlere kalmaktadır.Bu unsurlar ise sistem tarafından gerçek bir tehlike olarak görülmemekte,hatta çoğu defasında destek bulmaktadır.
            Toplumun üreten, düşünen öncü gücü konumundaki üniversite gençliği bu durumdayken,diğer kesimlerin durumu daha da vahimdir.Ekonomik sorunlarla cebelleşen toplumun tüm istemleri ekonomik gelişmeyle sınırlanmış durumdadır.
            Bugün Türkiye kamuoyunun en duyarlı ve muhalif gücü Kürtlerden ibarettir. Sosyal-siyasal-ekonomik konularda gündem yaratmaya çalışan Kürtler ise karşılarında devletin asker-polis gücünü bulmaktadır.En basit demokratik hak istemleri dahi “terörist” söylemleriyle bastırılmakta ve medya aracılığıyla kirli kampanyalar sürdürülmektedir.Özellikle son dönemde hortlayan Kürt düşmanlığının altında yatan da budur.Adeta ülkedeki tüm suç olayları,tüm kirli işler Kürtlerin eseriymiş gibi lanse edilerek bu düşmanlık körüklenmektedir.Oysa Kürtler sadece kendileri için değil, ülkede yaşayan yetmiş milyon için demokrasi, insan hakları ve insanca yaşam kriterlerinin güvenceye alınmasını, uygulamada bunlara işlerlik getirilmesini istemektedir.Bu istemlerin terörizmle ilgisini kurmaya çalışmak ise sadece Kürt düşmanlığına yorulabilir.Eğer toplumun diğer bileşenleri de ortak demokratik zeminlerde buluşarak istemlerini ortaya koymuş olsalar; hem Kürt düşmanlığının zemini kurutulacak, hem de sivil toplum ayağı geliştirilerek hak ve hürriyetlerde kazanımlar elde edilecektir.
            İnandığı hiçbir değer yargısı olmayan bir insanın suç işlemesi,bir dünya görüşüne sahip ve amaçları olan bir başkasına göre çok daha olağandır.Yozlaşan ve marjinalleşen bireyler suç işlemek için birer potansiyel durumundadır.Tarihten,toplumdan,ülke sorunlarından kopuk bir gençlik, suç ve şiddet olaylarının artışında temel rol oynamaktadır.Aynı biçimde henüz kişiliği tam olarak oluşmamış, çocuk yaştaki bireyler de bu suçlara ortak edilmektedir.
            Suç işeyen bireyler ele alındığında görülüyor ki,bu kişilerin büyük bir kısmı hiçbir şeye inanmamakta ve rağbet ettiği temel değerler “güç” ve “para” gibi unsurlardır.Bu tip insanlar siyasete ve yöneticilere uzak durmakta ve ilkel  bir tepki duymaktadır.Bu tepki de siyasal-ideolojik bir düşünüşten yoksun ve bireysel bir tepkidir.Dolayısıyla işlenen suçlar bu tepkinin bir sonucunda duyulan intikam alma güdüsünden ibarettir.Bu tip bireylerde gözlemlenen bir diğer olgu ise,geleceğe dair koyu karamsar tutumları ve toplumsal hiçbir ideallerinin bulunmayışıdır.
            Tüm bu belirttiklerimiz hep birer sonuçtur.Bahsettiğimiz insanlar dünyaya birer suçlu olarak gelmemişler;aksine,yaşam koşulları ve maruz kaldıkları politikalar sonucunda bu duruma düşmüşlerdir.Suç vakaları incelendiğinde karşımıza çıkan bu apolitizasyon ve değersizleştirme süreci ortadan kaldırıldığında görülecektir ki;sorumluluk bireysel değil, toplumsaldır.Bu nedenle “suçlularla mücadele”den daha önemli olan “suçla mücadele” üzerinde durmak, sorunun çözümünde kilit bir rol oynayacaktır.




5-İDARİ VE HUKUKSAL YETERSİZLİKLER
            Suç olaylarındaki yükselişin önlenememesindeki önemli diğer bir neden idari ve hukuksal yaklaşımdan kaynaklanmaktadır.Burada bunları irdelemeye çalışacağız.
            Her şeyden önce idarenin artan suç olaylarına yaklaşımı yüzeysel ve çözümleyici olmaktan uzaktır.Çünkü olaya salt bir kriminal sorun gözüyle bakılmaktadır.Bu yüzden ortaya konulan çözüm önerileri hep cezai yaptırımları aşmamıştır.Bugün Türkiye’de bu konularda çalışmalar yürütmesi gereken Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı,İçişleri Bakanlığı,Çocuk Esirgeme Kurumu,Emniyet Genel Müdürlüğü ve daha pek çok kurum olmasına rağmen suçlardaki artış trendinin önlenememesi akla bazı sorular getirmekte.Bir kere sokak çocukları sorunu demagojik söylemlerin en çok sarf edildiği konudur.Zira bu çocuklar gerçek anlamda topluma kazandırılmıyor,ıslah edilmeleri için ciddi bir çalışma yürütülmüyor.Çok gündeme gelen bir konu da ıslahevlerinde istismara uğrayan,hor görülen ve yaşı dolduğunda sosyal ekonomik bir güvence sunulmadan tekrar sokağa terk edilen gençlerin durumudur.Bu gençlerin büyük kısmı da suç örgütlerinin,mafyanın,çetelerin eline düşmektedir.
            Sokakta gittikçe artan suçlara karşı alınan önlemlere bakıldığında polisiye önlemlerden öteye geçmediği görülüyor.Bu tür insanlar toplum gözünde zaten hor görüldükleri için herkes onların yok edilmeleri gereken birer kötülük kaynağı olduğunu düşünüyor.Bunu yaratan da yine idarenin ve yöneticilerin bu bakış açısını destekler tutum ve söylemleridir.Bırakın sorun çözücü olmayı,sokakta gelişen ve nedenlerini kendilerinin de bildiği tüm suç olaylarını “yasadışı örgüt,terör örgütü”  gibi söylemlerle farklı yerlere çekmekte ve bundan siyasi rant elde etmeye çalışmaktadırlar.Özellikle tüm şiddet ve suçlardan Kürtleri sorumlu tutan ucube düşünce tarzı tam da burjuva siyasetinin bir örneğidir.Hal böyle olunca çözüm olarak sunulan tek şey ceza miktarlarının arttırılması olmaktadır.Bunun uzun vadede sorunu çözmediği artık apaçık ortadadır.
            Değinilmesi gereken ikinci husus ise Türk Ceza Kanunu’nun durumudur.1980 askeri cuntasının ürünü olan TCK. Nerdeyse her iktidar tarafından değişikliğe uğratılmış,bu yönüyle kırk yamalı bir bohçaya dönmüştür.Suç ve ceza kavramları uzmanlık alanlarımız olmadığından,işlenen suçlara karşılık öngörülen ve uygulanan cezalar hakkında konuşmayacağız.Ancak baklava çalan çocuklara 8-10 yıl hapis cezası veren, cinayet işlemiş insanları 5-6 yıllık infazdan sonra salıveren,birer ıslah kurumu olması gereken cezaevlerinin buraya düşenleri daha da tehlikeli bireyler haline getiren bir hukuki sistemin yetersizliği de açıktır.Reform olarak sunulan değişiklikler şimdiye kadar başarılı netice vermemiş,yeni bir TCK. Yapılması gerektiği çeşitli vesilelerle ortaya konulmuştur.

C-SONUÇ
            Aslında problemin nedenleri bilimsel verilerle ortaya konulduğunda çözüm için üretilecek projelerin mahiyeti de kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.artan suç vakalarının durdurulması ve azaltılması konusu ayrı bir çalışmanın konusu olmakla beraber,bizce yukarıda özetle ortaya konulan olgular ışığında yaklaşıldığı takdirde bu konuda olumlu sonuçlar elde edilecektir.Herşeyden önce bu sorun asli ve öncelikli bir konu olarak ele alınmak durumundadır.Demagojik ve sorunun nedenlerini ussal olmayan nedenlere dayandırma politikasından dönülmeli ve ve bu tehlikeli gidişata son verilmelidir.



KAYNAKÇA

              Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi KASI M 2004  |  YIL : 5 | SAYI : 57
         

                  Keleş, R.: Kentleşme ve Konut Politikası, s:43-45, Ankara Üniversitesi Siyasal  Bilimler Fakültesi Yayınları, Rektörlük No: 540-541, Ankara, 1984.

. Kıray, M.: Toplumsal Değişme ve Kentleşme, Kentsel Bütünleşme, s:57-58, Türkiye Gelişme Araştırmaları Vakfı Yayını, No: 4, Ankara, 1984.
           
            www.ntvmsnbc.com
              
. Sencer, Yakut.: Türkiye’de Kentleşme, Bir Toplumsal ve Kültürel Değişme Süreci, Kültür Bakanlığı Yayını, Yayın No:345, Ankara, 1970.
   
            www.kriminoloji.com 2002-2005 Prof. Dr. İbrahim BALCIOĞLU[1]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder