4 Temmuz 2012 Çarşamba

TÜRK SİYASAL İSLAMCILIĞININ VE İSLAMCI CEMAATLERİN KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMI


TÜRK SİYASAL İSLAMCILIĞININ VE İSLAMCI CEMAATLERİN KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMI



TÜRKİYE’DE SİYASAL İSLAMIN TARİHSEL ARKA PLANI
1-ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ
Türkiye’de din ile devlet ilişkisi Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne değin tartışılagelen başlıca konulardan biridir. Osmanlı imparatorluğunun mirası üzerinden şekillenen cumhuriyet, izlediği laikleştirme projesiyle ülkede dini devletleştirmiş ve bunun dışındaki tüm dinsel yapılanmalara yasaklamalar getirmiştir. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, Arap alfabesinin kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığının kurularak dini tüm kurumların buraya bağlanarak bizzat devlet tarafından üstlenilmesi gibi uygulamalar, günümüze değin sürecek olan sancılı bir dönemin başlangıcı oluştur.
19. yüzyıla girerken dağılmayla yüz yüze kalan  Osmanlı’yı  kurtarmak için Osmanlıcılık etkili olmayınca bu kez de Ümmetçilik düşüncesi etrafında ülkenin Müslüman halklarını dinsel temelde bir arada tutmak amaçlanmıştı. Ancak Arap ülkelerinde gelişme gösteren milliyetçiliği, Kürt bölgelerindeki milliyetçi öğeler içeren isyanlar, bu projenin de başarısızlığına yol açmıştı. Özellikle bu dönemde din Osmanlı toplumlarını bir arada tutmak için dayanılan başlıca unsurdu ancak Fransız burjuva devriminin ardından her yana sirayet eden milliyetçilik dalgası, bölgede de etkinlik kazanmış ve bunun sonuçları da kısa süre içinde kendini göstermişti. Aynı etkinin bir yansıması olarak Türkçülük akımı da önce aydınlar ve ardından sivil-askeri bürokratlar arasında kabul görmeye başlamıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti bu temelde orduda, bürokraside etkinlik kazanarak, sonrasında M. Kemal   öncülüğündeki ihtilali gerçekleştirmiştir.Cumhuriyet dönemi ile Osmanlı dönemini değerlendiren Naci Kutlay’ın ifadesi iki dönem bağlamında İslam’ın yerini ortaya koymaktadır: “Tanzimat İslamcılığı Osmanlıcı, Cumhuriyet İslamcılığı da Türk milliyetçisidir.(Kutlay, 2005, 2003)          
Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’li yıllardaki DP iktidarına kadarki dönemde daha önce söz edilen yasakçı ve baskıcı uygulamalar İslamcı yapılanmaların yeraltına çekilmesine yol açsa da, etkinlikleri ve örgütlülükleri bağlamında onları geriletmeyi başardığı da söylenemez. Özellikle Nakşibendi cemaatleri gerek kırsal olarak tabir edilen köy ve kasabalarda, gerekse şehirlerde kendilerini bir biçimde idame ettirmişlerdir.
           

2-1950 SONRASI DÖNEM
1950’li yıllardan itibaren devletin dine yaklaşımında farklılıklar ortaya çıktı. CHP’nin Kemalist elitlere ve orduya dayalı politikalarının yerini, komprador ağaların ve taşranın temsilcisi durumundaki DP politikaları aldı. Bu dönemden sonra İslamcı tarikat ve cemaatler daha görünür bir zeminde örgütlenmeye ve faaliyetlerini sürdürmeye başladılar. Önceki dönemde uygulanan yasalarda esnetilerek ve defacto olarak dinsel yapılanmaların kendilerini kolaylıkla toplum içerisinde sürdürmeleri sağlanmıştır. Bu dönemden sonraki siyasal İslam-cumhuriyet ilişkileri gerilimli olmaktan çıkarak birbiriyle etkileşim içerisinde olan bir ilişkilenme biçimine bürünecektir. “Siyasal İslam’ın cumhuriyetle ilişkileri çok sancılı olsa da çok trajik değil. İkisi arasında Şerif Mardin’in söylediği gibi bir çatışma değil, bir karşılaşma ve birbirini değiştirme dönüştürme var.” (Miroğlu,2008, 126) 1960’daki askeri darbe ve 1971 askeri muhtıra süreçleri de söz edilen ilişkilenmede çok büyük değişiklikler yaratmayacaktır.

3-12 EYLÜL DARBESİNDEN GÜNÜMÜZE
12 Eylül, din ve devlet arasındaki ilişkiler açısından önemli bir kırılma dönemini ifade etmektedir. Darbeci generaller, ülkede yükselmekte olan  sol ve Kürt muhalefetlerine yıllarca sürecek bir baskı ve işkence süreciyle yöneldi. Bunun yanı sıra sistem, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yadsıdığı dini bu kez bir devlet politikası haline getirerek Türk-İslam sentezi olarak tanımlanan politikayı üretmeye başlamıştır. Din dersi okullarda zorunlu hale getirilmiş, ülkede yaşayan tüm azınlıklar inkar edilmiş, gayrı Müslimler, Aleviler, Kürtler yok sayılmış, İslamcı yapılanmalara geniş örgütlenme imkanları sunulmuş, tüm bunlarla ülkedeki muhalif odaklar ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. İslamcı yapılanmalar ve siyasal İslamcı partiler de bu dönemlerde sistemle uzlaşı içinde bir tavır sergileyerek, İslam ile Türk milliyetçiliği bir araya getirebilmişlerdir. Bu noktada hem siyasal İslamcı partiler hem de tarikat yapılanmaları sistem ile bütünleşerek onun birer siyasal-ideolojik uzantısı haline gelmişlerdir. İslamcı cemaatler içinde en etkin olanlardan  “Gülen cemaatinin… Kemalizm’e doğrudan meydan okumayarak reformist yollarla Kemalizm ile bir uzlaşı zemini arayan bir ideolojik hat, aslında cemaatin birçok mecrada kullana geldiği bir strateji hakkında oldukça aydınlatıcıdır.” (Ercan, 2009,113) Bu konuda hemen tüm İslamcı yapılanmaların, buna benzer bir politika güttüklerini söylemek mümkündür.

İSLAMCILARIN KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMLARI
1-GENEL YAKLAŞIM
Türkiye’de siyasal İslamcıların ve İslamcı cemaatlerin Kürt sorununa yaklaşımlarında farklılıklar ve özgünlükler olmakla beraber, baskın tutum ve algılayış “Kürtlerle din kardeşliği olduğu, yüzyıllardır kader ortaklığı yapıldığı, Kürt milliyetçiliğinin iki halkı birbirine kırdırmak için ortaya çıkarılmış bir fitne olduğu, ülkede yaşayan Kürtlerin herhangi bir baskı zorlama  ya da kıyam görmedikleri, bu iddia sahiplerinin komünistlerin, emperyalistlerin uşakları oldukları….” biçimindedir. Özellikle 1980 sonrası yıllarda sistemle bütünleşme eğilimi içinde olan İslamcılar, bu noktada sistemin eskiden beri süre gelen inkarcı politikalarını sürdürmektedirler. Kürtlerin varlığı açıkça yadsınmasa da, halk olarak kimlik temelli demokratik taleplere karşı devletin klasik retoriğini aşamamaktadırlar. Elbette bunun başlıca nedeni Türkiye İslamcılarının Türk Milliyetçiliği siyasetini gütmeleri ve bu eksende “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü”ne dair sahip oldukları inançtır. Bu konuda kimi farklı İslamcı yapılanmalardan örnekler vermek konuyu anlamada ön açıcı olacaktır.
Adıyaman Menzil’de bulunan Nakşibendi Menzil tarikatının geçmişten beri Türk milliyetçileri için kutsallık atfedilen bir yer olduğu bilinir. Kendisi de Siirtli bir Kürt olan Menzil şeyhine  Nizamı Alem’ci ve ülkücülerin  ilgileri pek çok kez basında işlenmiştir. Aynı tarikat güncel siyasetten uzak duruyormuş gibi görünmesine rağmen sağ ve milliyetçi politikacıların uğrak yerlerinden biri olmayı sürdürmektedir. Aynı şeyhin 1987 seçimi öncesi RP’yi, sonraki yıllarda ANAP’ı desteklediği ve bunu dile getirdiği bilinen bir durumdur. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ım” sözünü şiar belleyen Menzil tarikatı şeyhi M.Reşit Erol gazetecilerle görüşmesinde sürekli “devlete olan bağlılığını” (Çakır, 2002, 74)  vurgulamaktan geri durmamaktadır.
 Yine Haydar Baş’ın şeyhi olduğu Türkiye’deki en yaygın Kadiri tarikatının yayını olan Öğüt Dergisi : “… Musul ve Kerkük’e Türkiye’nin müdahale etmesini savunarak Türkçü politikalara yanaşan dergi, bu konuda en büyük engelin ABD’den geldiğini ifade ediyor” (Çakır, 2002, 80) Aynı tarikatın kendi televizyon kanalında Türk milliyetçiliği politikaları ekseninde programlar yaptığı da biliniyor.
İslamcıların milliyetçi duruşları ve orduyla olan ilişkileri belki de en yalın haliyle 1980 askeri darbesi ve öncesinde de 1971 askeri muhtırasında görülmektedir.
Yeni Asya Gazetesinin 1971 Muhtırası’nı karşılayan yazısı bu noktada oldukça çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir: “Bu ses tarihimizin sesidir…Sanki Mohaç’tan gelen sestir. Bu ses Malazgirt’ten yükselen bir sestir… Kanije gazilerinin sadasını aksettirmektedir… Bu ses hürriyet ve istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın, şerefimizin ve haysiyetimizin bekçileri şerefli paşalarımızın, tek kelimeyle Mehmetçiğimizin sesidir.Bu ses… son defa “hizaya gel” komutu verenlerin sesidir.” (Çakır, 2002, 96)
Türkiye’deki en etkin ve yaygın cemaat örgütlenmesi durumundaki Gülen cemaatinin Kürtlere dönük ikiyüzlü ve devletçi-milliyetçi tutumları da ortadadır. Cemaatin önemli yayınlarından olan Sızıntı dergisi 12 Eylül’ü aşağıdaki cümlelerle karşılamaktadır: “… Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O…aşıktır askerliğe, serhad boylarına, akına ve kavgaya… Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde kaç defa onda mazinin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük… Tuğa selam, sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam!” (Çakır, 2002,106)
Çağ ve Nesil dergileri de benzer bir tutum sergileyerek 12 eylülü karşılıyorlar: “ Düşmanı kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimai bünyenin, harici bir kısım eraciften temizlenme, arındırılma ve aslına irca zaferi… Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.”
“Gülen hareketinin Türk-İslam  sentezinden müteşekkil bir siyasi kimliğe sahip olduğunu en baştan hatırlatmak gerekmektedir” (Bilici, 2006, 96)
F. Gülen 1977’de yurt çapında yapılan Yüksek İslam Enstitüleri boykotunu İzmir’de “İslam’da boykot yoktur” fetvasıyla kırdı. 12 Eylül öncesi vaazlarında “var mı Resulullah’ın yürüyüş yaptığı, var mı slogan attığı?” diye soran F. Gülen, 1980 şubat ayında verdiği bir vaazda, “anarşist ve terörist” olarak nitelendirdiği kişileri devletin asker ve polisine bildirmeyenlerin Allah katında sorumlu olduklarını belirterek şöyle diyordu: “İstihbarat duysun, emniyet duysun, askeriye duysun, başbakan duysun, riyaseti cumhuriye duysun. Polise, askere kurşun sıkan bu hainlere mahkemelerde gereken ceza verilmezse ne devlet kalır, ne millet!” (Çakır, 2002, 111)
“Nurcu hareketin 1980 sonrasında güç toplayıp militarist hükümetin de izlediği Türk-İslam sentezine yöneldiği söylenebilir.” (Atacan, 2001, 116)
Fethullah Gülen’in Kürtlere ilişkin düşüncelerini ortaya koyması bakımından onun ve cemaatinin düşüncelerine “üstat”lık etmiş olan Saidi Kurdi’ye yaklaşımı da iyi bir örnek teşkil eder. F.Gülen’in sözlerini okuduğumuzda onun henüz yaşadığı dönemde niçin bir kez bile “üstat”ı ziyaret etmediğini anlamaktayız: “Her Erzurumlu doğuştan milliyetçi ve biraz da Turancıdır. Bu düşünce, zihniyet çevrenin tesiriyle bende de vardı. Daha sonra bu düşünce zail olup gitti, faka ben bu düşüncenin insanıyken, Bediüzzaman’ın Anadolu’dan çıkmış olmamasını dahi kendimce bir mesele yaptım ve içimde bu düşünceyi bir ukde olarak taşıdım. Ve işte beni Bediüzzaman ile görüştürmeyen bu düşüncedir. Ben, Anadolu’nun bağrında gelişmeli ve boy atmalı değil miydi, demekteydim.”  (Kutlay,2005, 64)
Bir çok araştırmacı F.Gülen Cemaati’nin, Saidi Nursi’nin Nur külliyatını tahrip ettiklerini, çarpıttıklarını ve onun ismini kullanarak Türk milliyetçiliğine hizmet eden bir “İslamiyet” anlayışı içerisinde olduklarını ifade etmektedirler. “Söz konusu metinlerde F. Gülen cemaatinin yaptığı çarpıtmalar Saidi Kurdi’nin kendini Kürt ve Kürdistanlı olarak tanımladığı parçalar tamamen çıkarılmıştır. Saidi Kurdi’nin Kürtlere ilişkin metinlerinde yer alan sosyal ve politik ifadeler ise çarpıtılarak Kürt ve Kürdistan kavramları başka kavramlarla değiştirilmiştir.” (Toplum ve Kuram, s:2, 114)
            F. Gülen cemaatinin Kürt sorununa bakış açısını belki de en güzel anlatan örnek son dönemde cemaatin yayın organlarından biri olan televizyon kanalından yayınlanmakta olan “Tek Türkiye” isimli  dizidir. Söz konusu dizide Kürtler çağ dışı kalmış, ilkel, gerici, terörist gösterilerek bundan çıkış yolu olarak öncelikle askere-devlete biat, dine sarılma ve dilini-kültürünü-tarihini, kısaca kendini inkar etmesi gösterilmektedir.
Kürtlere ve Kürt sorununa bakış açısı Türkiye’deki siyasal İslamcı partiler açısından da benzerdir. MNP, MSP, RP, FP, SP ve en son AKP de izlenen Kürt politikaları  kimi dönemler farklı söylemler kullanılmış olsa da özünde hep aynı olmuştur. Kürt kimliğini inkar etmeden bu partilerde siyaset yapabilen Kürt yoktur. Seçim öncesi süreçlerde  oy kaygısıyla ve elbette Kürtlerin dini muhafazakarlık duygularına hitap eden İslamcı partiler, konu Kürtlerin kimlik, dil, kültür, eşit anaysal yurttaşlık taleplerine geldiğinde alabildiğine devletçi, statükocu, inkarcı bir duruş sergilemektedirler.  Bu noktada “RP’nin 1994’te DEP Davasında Mecliste izlediği milletvekilliklerinin düşürülmesi yönündeki tutumu..” (Gülalp,2003, 102) İslamcıların samimiyetini ve demokratlığını da ortaya koymaktadır. “İslam kardeşliği, ümmetçilik” söylemini kullanarak Kürtler’den destek isteyen bu partiler, son dönem izlediğimiz gibi Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri karşısında orduyla ve Kemalist bürokrasi ile açık bir işbirliği yapmaktadırlar.
Kürt politik hareketini din karşıtı, ateist gösteren söylemleri sıkça kullanan İslamcı politikacılar bir yandan bölge insanını açlıkla terbiye etme politikası güderken,öte yandan da sözde hayır kurumlarını yaygınlaştırmakta ve insanları makarnayla, kömür yardımıyla satın almaya çalışabilmektedir. Bu noktada son dönemde örgütlülük alanları, iktidar partisinin de açık desteğiyle  genişleyen İslamcı kurumlar ve dernekler hep bu siyasetin birer uzantısı durumundadırlar.
Kürdistan’da İslamcı STK’lar: Mustazaf-Der (son dönem Hizbullah ile ilişkili olduğu gerekçesiyle kapatıldı), Toplum-Der, Özgür-Der, Gönül Köprüsü Derneği, Kimse Yok mu Derneği,Hayır Kapısı Yardımlaşma Derneği..

2-AYKIRI SÖYLEMLER
İslamcılar söz konusu siyaset ve söylemleri yürütürken, yine İslamcı olan ama Kürtleri inkar etmeyip onların demokratik meşru taleplerini sahiplenen başka İslamcı örgütlenmelere, aydın kişilere ise  Kürtlere karşı uyguladıkları baskı ve zorun bir benzerini uygulamaktadırlar. Kürt Nurcu Med-Zehracılar  buna örnek oluşturuyor. Kürt politik hareketinin taleplerinin meşruiyetini kabul eden ve bunun aynı zamanda İslamın da temel şartlarından olduğunu söyleyen Saidi Kurdi öğretisine bağlı Med-zehra’cılara karşı Hizbullah’ın kullanılarak bu saldırılması ve öncüleri durumundaki İzzettin Yıldırım’ın öldürülmesi…” (Kutlay, 2005,158) bu konuda açık bir veri durumundadır.
Yine Salih Mirzabeyoğlu liderliğindeki radikal İslamcı İBDA yapılanmasına karşı yapılan sert müdahalelerin altında yatan nedenlerin başında, bu örgütün Kürt sorunu noktasında klasik İslamcılardan ayrılan tutumu olmuştur. Devletin bu yapılanmaya en sert biçimde müdahale ederken, Kürtleri inkar eden diğer pek çok radikal İslamcı yapılanmaya karışmaması, hatta bölgede bunların örgütlenmelerini desteklemesi bu konuda bizi doğrular nitelikte bir olgudur.
3- KÜRT SORUNU KARŞISINDA İSLAMCI AYDINLAR
“… Sentezci olmayan İslamı temsil eden RP’nin Türk milliyetçileriyle yaptığı ittifak, Kürt milliyetçilerinin önündeki en büyük engelin kendiliğinden ortadan kalkması sonucunu doğurdu. Halbuki Türkiye Müslümanlarının sağ ideolojiden yakalarını kurtarmaları daha yeni bir vakaydı.”  ( Mehmet Ay, 1994, 7-15)
“… Kürt sorunu bir insanlık sorunudur. Burada, hakları elinden alınan bir halk söz konusu. Eğer Lozan Konferansı’nda bu haklar güvence altına alınabilseydi, bu tartışma bugün çok daha farklı bir biçimde yapılabilirdi…. Kürtler kendi meselelerini kendileri çözecek durumda değil. Müslümanlar ve diğer ideolojik gruplar da kendi politikalarını üretemiyorlar.” (A. Dilipak, 1992,)
“… Ben bir Müslüman olarak bulunduğum konumda Kürt sorununa bakmakla yükümlüyüm.Bana göre bu bölgede somut gerçekliği olan bir Kürt halkı yaşamaktadır.Onların farklı etnik kökene ve dile sahip olması Allah’ın ayetlerindendir. Kürt halkı, Kürtçe konuşan bir Müslüman halktır ve İslam tarihi ve kültür kuşağı içinde yaşamaktadır. Kürdistan da İslam dünyasının tabii ve vazgeçilmez bir parçasıdır..” Ali Bulaç, 1993)
“…Müslüman  Kürt halkı her türlü ve çok boyutlu bir zulme muhatap mazlum bir kavimdir. Bu konuda sorunu olan ise maalesef bazı Müslüman şahıs, grup veya kitlelerdir. Çünkü bu mazlumiyeti bir türlü görmemekte veya bu zulme karşı mazlumun yanında hakperest bir tavır koymak noktasında bizzat İslam’ın emrettiği adaleti pratikte bir türlü ortaya koyamamaktadırlar. (Mehmet Pamak, 1993, 275)
Yukarıda alıntılanan Müslüman  aydınların yanı sıra  İsmail Kara, Altan Tan, Ayhan Bilgen ve daha birçok kişi Kürt sorununu teşhis etmede ana damar İslamcı siyasetin ve duruşun dışında bir söylem ortaya koymaktadır.
Bunların yanında  Nazlı Ilıcak, Mehmet Metiner, Taha Akyol, Fehmi Koru, Cüneyt Zapsu gibi daha sayılabilecek pek çok İslamcı ise farklı çıkarları gereği Kürt sorununa ve sorunun çözüm dinamiklerine karşı halen iktidar ve sistem odaklı bir duruş sergilemektedirler. Kürt halkının kendi siyasal mekanizmalarına, siyasal iradelerine karşı hasmane bir tavır takınan bu kimseler, Kürtler olmaksızın bir çözümden yanadırlar. Dolayısıyla da siyasal İslamcı partilerde üst düzey görevler, ilişkiler ve çıkarlar bu kimselere sunulmakta bu kimselerin ürettiği politikalar kitleye, kamuoyuna, özellikle Kürt halkına empoze edilmeye çalışılmaktadır. Kürt sorununa ağırlıklı bakış açısının bu minvalde olması sonucunda ve ellerindeki kamuoyu yaratma imkan ve olanaklarının genişliği, sorunu daha da ağırlaştırmakta ve sürüncemede kalmasının da nedenlerinden birisini teşkil etmektedir.
Kuşku yok ki sorunun çözümündeki en önemli dinamiklerden biri, aydın entelektüel söylem ve tutumun, demokrat yaklaşımın, empatinin ve geçmişle- Kemalizmle- inkarcı İslamcı politikalarla yüzleşmekten geçmektedir.

SONUÇ
“Susuz ve ekmeksiz yaşayabilirim ama özgürlük olmadan asla!” Saidi Kurdi
Türkiye’de on yıllardır sürmekte olan düşük yoğunluklu savaş, Kemalist sistemin başta Kürtler olmak üzere, ülkede yaşayan pek çok farklı etnik topluluğu, kültürü, dili ve dinsel yapılanmalara karşı yürüttüğü baskıcı, asimilasyoncu, inkarcı ve hatta bir çok kere imhacı politikalarından beslenmektedir. Kemalizmin bu politikalarından sadece Kürtler değil, gayrı Müslim azınlıklar, Aleviler, İslamcılar ve daha birçok kesim kendi payına düşeni almıştır.
Ancak son otuz yılda sistemle bütünleşme eğilimleri artan İslamcı kesim ve cemaatler, bunların siyasal örgütleri, sistemin Kürt retoriğini benimseyerek bu politikalara ortak olma yolunu seçmişlerdir. Aralarında muhalif, aydın duruşlar ve kimi dönemlerde ortaya çıkan farklı söylemler olmakla birlikte, genelde karşılaşılan tablo budur. Yaklaşık on yıldır iktidarda olan, siyasal İslamcı kadroların ana damarını oluşturdukları partinin Kürt politikalarına ve sorunun çözümü noktasındaki çıkarcı, kaypak ve orduyla işbirliği temelindeki duruşları da bunu kanıtlamaktadır. Beri yandan İslamcı parti ve tarikat yapılanmaları, devşirdikleri kendi Kürtleri aracılığıyla bu politikaları Kürt coğrafyasında hakim kılmaya ve gelişen Kürt muhalefetini, Kürt politik hareketini sekteye uğratmak, marjinalize etmek için seferber olmaktadırlar.
Hiç kuşkusuz bu tavır ve duruş, ne gerçek Müslümanlıkla ne de demokratlıkla örtüşmemektedir. İslamcı aydınlar arasından yükselen sesler bunu anlatmaktadır. Ancak apaçık ortada olan bu gerçeklere rağmen, sistemden nemalanmak ve kendi varlıklarını korumak namına Kürtleri inkar eden, kendi devamını bu inkara dayandıran siyasal İslamcı kesimler, sorunun daha da çetrefil kazanmasından ve çözümün belirsiz tarihlere ötelenmesinden öteye bir vizyon ortaya koyamamaktadır. Oysa birçoğunun dilinden düşürmediği ve sözde rehber edindiği, “üstat” diye çağırdığı Bediüzzaman Saidi  kendi çözümünü daha en başta net olarak ortaya koymuştu: “Susuz ve ekmeksiz yaşayabilirim ama özgürlük olmadan asla!”







KAYNAKÇA
1) Atacan, Fulya (2001), A Kurdish Islamist Group in Modern Turkey, Middle eastern Studies,            37 (3)
2) Bulaç, Ali (1992), Kürd Soruşturması, Sor Yayınları, İstanbul.
3) Çakır, Ruşen (2001), Derin Hizbullah, Metis yayınları, İstanbul.
4) Çakır, Ruşen (2002), Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar, Metis Yayınları, İstanbul.
5) Çiçek, Nevzat (2008), Puşi ve Sarık: İslam Kürt Sorununu Çözer mi?, Hayykitap, İstanbul.
6) Ercan, Harun (2009) Şeş u Yek: gülen Cemaati ve Bir Karşı Propaganda Girişimi Olarak tek Türkiye Dizisi, Toplum ve Kuram Dergisi, sayı:2, İstanbul.
7) Gülalp, Haldun (2003), Kimlikler Siyaseti, Metis yayınları, İstanbul.
8) Kutlay, Naci (2005), Türk Siyasal İslamcılığında Kürt Damarları, Beybun Yayınları, Ankara.
9) Siverekli, İsmet (2008), Kürdistan’da Siyasal İslam, Peri Yayınları, İstanbul.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder