4 Temmuz 2012 Çarşamba

ROMAN KARAKTER(LER)İ ÜZERİNDEN, TOPLUMSALIN ELEŞTİRİSİNDE –KARAKTERİ- KURUCU İMGE OLARAK KORKU, YALNIZLIK VE YABANCILAŞMA


ROMAN KARAKTER(LER)İ ÜZERİNDEN, TOPLUMSALIN ELEŞTİRİSİNDE –KARAKTERİ- KURUCU İMGE OLARAK KORKU, YALNIZLIK VE YABANCILAŞMA



Bu çalışma, edebiyat dünyası tarafından bir başyapıt olarak kabul edilen Gonçarov’un “Oblomov” romanı ile; kısa sayılabilecek bir ömre sığdırdığı pek çok yapıtla, modern Türk edebiyatına önemli bir katkıda bulunduğundan kuşku duyulmayan Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” adlı hikayesini incelemeyi ve karşılaştırmalı bir metotla irdelemeyi amaçlamaktadır.
İki yapıt, kaleme alındığı tarihsel dönemler ve dolayısıyla edebiyat epistemolojisi açısından farklı olmakla birlikte, aşağıda da belirtileceği gibi birçok açıdan benzerlik de gösterir. Özellikle her iki anlatıda gördüğümüz karakterler arasındaki yakınlık dikkati çeker. Bu karakterler, içinde yaşadıkları toplumsalın uzağında/dışında, korku ve yalnızlık sarmalında yaşayan öznelerdir. En bilinen adıyla, Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ıdır bunlar. Bu metinlerde bazen dolaylı veya dolaysız bir şekilde, -“tutunamayan özneler” üzerinden- toplum eleştirisi de içkindir. Eleştiri ise gücünü ve şiddetini hikaye karakterlerinden almaktadır. Bunları söylerken, bu çalışmanın her iki metin (ve dolayısıyla yazarlar) arasındaki farklılıkları da gözden kaçırmadığını belirtmek gerekir. Ayrıca ele alınan metinleri incelemek konusunda elbette mütevazı bir iddia düzeyini aşamayacaktır. Böylesi bir iddia, daha derinlemesine bir çalışmayı, zamanı ve muhtevayı zorunlu kılmaktadır.
Dram karşısında gülümseyiş ya da Oblomov-luk
                                                                               “Bu kitapta önemli olan
                                                                                              Oblomov değil, Oblomovluk’tur.”[1]  

 İvan Gonçarov (1812-1891), Rus ve dünya edebiyatının önemli yapıtlarından biri olan Oblomov’u 1857’de kaleme almıştır. Geçen yüz elli yılda, Oblomov edebiyat dünyasındaki önemini hala korumakta ve günümüz okurunun ilgisini çekmeyi sürdürmektedir. Bu kitap edebiyat dünyasındaki öneminin yanında, “Oblomovluk” gibi bir kavramla gündelik hayatta da kendine geniş bir kullanım alanı bulmuş ve gündelik söylemlerin içerisine kadar sızabilmiştir.
“…zekası parlak, duyarlılığı ince fakat karamsar, bir işe yaramaz, topluma karşı olumsuz adam. Bazen iyi niyetli ve ümitli olsa dahi eyleme geçemeyen, sonunda hep yenilgiye uğrayan adam...Gonçarov’un Oblomov’unda aynı adı taşıyan kahraman, bu tipin öyle iyi bir örneğidir ki, bu çeşit kahramanların tutumuna ‘Oblomovizm’ denmişti”[2]
Oblomov, 19. yüzyıl Rusya’sının başarılı bir temsili olarak ele alınabilir.  Yüzyılın başında gerçekleşen toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel vb. değişim ve yeniliklere ayak uyduramayan; tüm naifliğiyle “eski”yi yaşayan Rusya ve onun Oblomov’da “yaşayan” formları olarak karakterler durmaktadır. “Eski”nin yıkıntıları üzerinde şekillenmeye başlayan Rusya’nın, romanda Ştlotz ve Olga karakterleri üzerinden betimlendiği söylenebilir. Anlatılan bu “yeni” Rusya; hareketi, ilerlemeyi ve rasyonel aklı imlemektedir. Bunun karşısında Oblomov ve uşağı Zahar ise bu değişim-dönüşümde “eski”nin temsiliyetleri biçiminde anlatılmaktadır. Ruhundaki derinliğe, asalete, sahip olduğu dürüstlüğe, iyi niyet ve özverili karakterine rağmen, hikaye Oblomov’un “dramatik kaybediş”inin ve “tutunamayış”ının anlatısıdır. 
İlya İlyiç Oblomov, aristokrat bir toprak sahibinin oğludur. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Oblomovka’da, ailesinin sahip olduğu geniş bir mülkte geçirmiştir. Romanın başlangıç noktasında Oblomov, anne ve babasını kaybetmiş ve otuzlu yaşların başında iken, tek başına Oblomovka’daki mülklerin ve buradaki mujiklerin (Rus köylüsü) sahibi konumundadır. Ancak Oblomov büyük şehirde yaşamayı tercih etmiş ve çiftliğinin başına bir kâhya bırakarak, devlet dairesinde memurluk yapmaya başlamıştır. Fakat şehirdeki yaşam tarzına, çalışma koşullarına ve etrafta her an dönmekte olan türlü dolaplara ayak uyduramayan Oblomov, istifa ederek evinde aylak bir yaşantı sürdürmeyi tercih edecektir.
“Her şey; durmadan öteye beriye koşmalar, küçük ihtiras oyunları, hele de aç gözlülükler, rekabetler, dedikodular, birbirine çelme atmalar, birbirini tepeden tırnağa süzmeler. Konuşmalarını dinledikçe insan budalalaşıyor.”[3]
Oblomov’un tüm bunlara hiç tahammülü yoktur. Böyle bir düzende yaşamak istemez. Onun için de insanlardan kaçar. Oblomov bundan sonra evine kapanacak ve gittikçe artan bir uyuşukluğun, tembelliğin, topluluktan kaçışın ve korkuların esiri durumuna düşecektir. Buradaki önemli nokta ise, tüm bunları kendi isteği ve rızası sonucunda yapmaktadır. Bir zorlama değil, tercihtir söz konusu olan. Öyle ki, yapması gereken kimi işler hatırlatıldığı veya bir herhangi bir etkinliğe çağırıldığı zaman “Ah, yarabbi, hayat bir türlü yakamı bırakmıyor, nereye gitsem peşimde!”[4] diye serzenişlerde bulunur. Kimi zamanlar evine, kendisini ziyaret etmek için gelen birkaç kişi haricinde, dışarıdaki hayatla tüm bağlarını koparmayı ve gün boyunca yatağında inzivaya çekilmeyi tercih etmektedir Oblomov.
Gençlik dönemlerinde farklı bir Oblomov vardır oysaki. En yakın arkadaşı Ştoltz ile birlikte gelecekte yapacakları işlerin, gezecekleri ülkelerin, hareket dolu yaşamlarının planlarını yapmışlardır heyecanla. Ama Oblomov tüm bunları bir kenara bırakıp, Gorohovaya Caddesi’ndeki bakımsız, kirden-tozdan geçilmeyen “in”ine sığınmıştır. Korkularına yenilmiş ve kaçmıştır her şeyden. Kendi deyimiyle “alışamamış”tır bu yaşama.
“…Alışmadığı şey, hareket etmek, hayata karışmak, adam görmek, öteye beriye koşmaktı. Fazla kalabalıkta boğulur gibi oluyordu; bir kayığa binse, bir daha karaya ayak basamayacağı kuruntusuna kapılıyordu; arabaya binse, atlar gemi azıya alıp kaçacaklar sanıyordu... İşte Oblomov’un dışarı hayatı da böylece sona erdi.”[5]
Oblomov, saflık derecesinde iyi niyetli ve dürüst bir karakterdir. Etrafında bulunan pek çok insanın sinsiliklerini, ikiyüzlülüklerini, çevirdikleri hileleri görüyor olmasına rağmen, onlara karşı tavır almaz ve ilişkisini kesmez. Çevresindekiler de onun bu saflığından olabildiğince istifade etmektedirler. Bir tembellik ve miskinlik abidesi olan uşağı Zahar, Oblomov’dan para çalıp bununla içki içmekte; Oblomovka’daki kâhya çeşitli yalanlar uydurarak göndermesi gereken paranın çoğunu çalmakta; kimi çevresindekiler de kendi ihtiyaçlarını karşılamak, ondan para koparmak için Oblomov’u kullanmaktadır. O ise tüm bunları ve etrafında yaşanan her şeyi kayıtsızca seyretmektedir yalnızca.
“…Başka bir gün insanların ahlaksızlıklarına, sahteliklerine, iftiralarına, dünyayı saran kötülüğe karşı bir isyan duyar, insanlara çürük yanlarını göstermek dileğiyle yanardı… Birazcık daha gayret etse, istekler hareket haline geçebilirdi ve işte o zaman insanlık görürdü İlya İlyiç’in neler yapacağını!”[6]
 Oblomov’daki bu istekler harekete geçmemekte, sadece anlık düşüncelerden ibaret kalmaktadır.
Romanın ikinci önemli karakteri olan Ştoltz, Oblomov’un çocukluk arkadaşıdır ve “yeni” olanı temsil eder. Eğitimini bitirdikten sonra ticarete atılmış ve başarılı olmuştur. Avrupa ülkelerini dolaşmış, oralardaki gelişmelere tanıklık etmiş ve bunları kendi yaşamında da gerçekleştirmeye başlamıştır. Ştoltz, eski dostu Oblomov’u içinde bulunduğu tembellik ve rehavetten kurtarmak için çabalar. Onu dışarı çıkmaya, davetlere-salonlara katılmaya, Oblomovka’yla ilgilenmeye zorlar. Kendisinin sık sık gittiği bir aristokrat davetine Oblomov’u da beraberinde götürmeyi başarır ve burada Olga adındaki yirmili yaşların başındaki bir genç kızla tanışmalarını sağlar. Aristokrat kökenli olan Olga, gençliğinin tüm dinamizmini taşıyan, zekası ve yetenekleriyle çevresini etkileyen bir karakterdir. Ve Oblomov tüm içtenliğiyle, saflığıyla Olga’ya aşık olur. Bir süre sonra duygularına karşılık da bulur. Ancak Olga, Oblomov’la tembellik ve içe dönük yaşantısını değiştirmesi koşuluyla beraber olacaktır. Bunun için Oblomov’u etkilemeye, harekete geçirmeye çalışır. Bu sırada Ştoltz, uzun sürecek bir iş seyahatinde olduğundan yaşananlardan habersizdir. Oblomov, önceleri aşkın heyecanı ve mutluluğu içinde böyle bir çabaya girişse de, bir zaman sonra eski kısır döngüsüne geri döner. Trajik bir şekilde ilişkileri son bulur. Oblomov tamamen eski yaşantısına dönerken, Olga da onda bulamadığı mutluluğu Ştoltz’da bularak, evlenir.
Olga’nın evlenmek için Ştoltz’u tercihi edişi, bir yerde Gonçarov’un “eski” ile gelişen “yeni” Rusya arasındaki tercihini de işaret eder. Bir taraf kaybedecek, diğeri ise kazanacaktır. Dramatik bir biçimde, Oblomov eskiden sürdürdüğü yaşantıya döner. Hayatının bundan sonraki kısmı yoksulluk içinde, hastalıklardan muzdarip, yapayalnız ve umutsuz geçecektir. Oblomov’u en iyi tanımlayan sözleri de, onu en çok seven iki karakterin –Ştoltz ve Olga- konuşmasında bulacaktır okur:
“…Onda [Oblomov] sevdiğin şey zekadan daha değerli bir şeydi; onun dürüstlüğünü, vefalı yüreğini sevdin. Saf altın gibi taşıdığı bu değer onun doğuşunda vardı, hayat o yanını hiç değiştirmedi. Birçok zorluklarla karşılaştı, donuklaştı, uyuştu, neşesi, zevki bozuldu, yaşama gücünü yitirdi. Ama yüreği hiçbir sahteliğe düşmedi, lekesiz kaldı.”[7] 

“Tutunamayanlar” ve Korkuyu Beklerken
                                                                                 “Ben buradayım sevgili okuyucum,                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                               Sen neredesin acaba?”[8]     

Korkuyu Beklerken, en alın bir ifadeyle, günümüz insanını anlatır. Çelişkileriyle, onulamayan yalnızlığıyla, baş edemediği korkularıyla, yaşadığı toplumla arasındaki uçurumlarla cebelleşen “modern” insanın anlatısıdır. Bu tema Oğuz Atay’ın diğer tüm yapıtlarının da ana dizgesini teşkil eder. Bu, Camus’nun  “korku çağı” olarak ifade ettiği bir dönemin, “tutunamayanlar”ının anlatısıdır.
Hikaye kişisi, şehirden uzak bir semtte ve ıssız denilebilecek bir sokağın üç evinden sonuncusunda korkuları ve yalnızlıklarıyla baş başa yaşayan biridir. Toplumdan kendisini izole etmiş, aile ve akrabalık bağlarından kopuk, zaten az sayıda olan arkadaşlarından uzaktır. Yalnız çalıştığı küçük yazıhanesi ile evi arasında yaşayan bu karakter, çoğu halleriyle Dostoyevski’nin “Yer altı insanı”nı da çağrıştırmaktadır.
Birgün evine döndüğünde bulduğu bir zarf ve içinden çıkan mektupla hayatında yeni bir dönem başlayacaktır. Mektup hiç duymadığı, bilmediği bir dilde yazılıdır;
“Morde ratesden,
Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter,ferto tagan ugotahenc metoy-doscent zist.Norgunk!
UBOR-METENGA”[9]

Üniversitede “ölü diller” bölümünde öğretim üyesi olan eski bir arkadaşına götürür mektubu. Öğretim üyesi arkadaşı bu dili ve mektupta yazılı olanları ilkin bilemese de, sonradan bunun bir gizli mezhep tarafından gönderildiği anlaşılır. ”Üstün Yol” adlı tarikat, bu mektup eline ulaştıktan sonra derhal evine kapanması ve dışarı çıkmaması için onu tehdit etmektedir.
“Gizli mezhebin mektubundan sonra evine kapanıp, orada korku içinde adı konmamış bir tehlikeyi bekleyen bu grotesk öykü kişisi, vaktini boş geçirmemek için kitap okuyor, İngilizce öğreniyor, mektupla doktora yapmak, doçent/profesör olmak istiyordur; tıpkı Schopenhauer’in, yaşamını anlamlandırmak için kendisine sürekli, ulaşılması gerekli hedefler koyan, hedefi olmadığında boşluğa düşen ölüme yazgılı insanı gibi.”[10]
Sözcüğün tam anlamıyla bir boşluğa düşmüştür. Üç yıldan daha uzun sürecek eve kapanmaya yol açacaktır bu “boşluk”. Telefonu, ödenmeyen faturadan dolayı kapalıdır. Kimi zamanlar açlıkla karşı karşıya kalır, günlerce ağzına tek lokma almadığı olur. Neyse ki burada, motosikletle evlere servis yapılan bir yerde çalışan çocuk yetişecektir imdadına. Para hesabının olduğu bankanın piyango çekilişini kazandığı haberi ulaştırılır ama ısrarlara rağmen evden çıkıp bankaya gitmez. İkramiyesini, eve gelen görevlilerden alır. Seyrek olarak evinin bahçesine çıkmakta ve burada kısa süren yürüyüşler yapmak dışında tüm zamanı evin içinde geçirmektedir. Elinde bulunan dilbilgisi kitaplarından İngilizce ve Latince öğrenmektedir. Bu işi o kadar ilerletecektir ki, mektupla diploma veren bir fakülteye kaydolur ve burayı bitirerek diplomayı alır.
Hikaye kişisi bu şekilde yaşıyorken bir gün sokağa yıkıcılar gelir ve kendi evinin hemen yanındaki evi yıkmaya başlarlar. İşçilerden, buraya yeni bir bina yapılacağını öğrenir. Fakat henüz inşaatın başlangıcında faaliyet duracaktır çünkü daha önceden alınmış olan inşaat izni iptal edilmiştir. İşçiler, kazılmış hafriyatı olduğu gibi bırakıp gider. Bir süre sonra ise hikaye kişisi, kendi evinin duvarlarında çatlaklar olduğunu fark edecek ama bu durum karşısında hiçbir şey yapamayacaktır.
“Birden dehşete kapıldım: Ev üstüme yıkılacaktı. Kazıyı yarım bırakmışlardı, toprağa destek yapmamışlardı. Devlet dairelerindeki karışıklığa kurban gidiyordum. İzin vermeyecekleri bir inşaata neden başlatmışlardı? Bir ceviz kabuğu gibi, ikiye ayrılacaktı ev… Şikâyet etmeliydim, bir yerlere başvurmalıydım, hakkımı aramalıydım. Bir yere gidemeyeceğimi bilmenin dehşetiyle koltuğuma saplanıp kalmıştım.”[11]
Yaşadığı korkulardan kurtulabilmek ve evden çıkabilmek maksadıyla evine bir doktor çağırır. Ondan, kendisini “akılsızlar evi”ne yatırmasını ister. Ancak doktor, onun aslında iyi olduğunu, kaldı ki “akılsızlar evi”ne yatmanın sonuçlarının kendisi için daha zor olacağını söyleyerek bu isteğini yerine getirmez.
“Hiçbir çıkış yolu kalmamıştı. Evde yapacak hiçbir işim kalmamıştı… Param vardı, yiyeceğim vardı, kitabım, evim, her şeyim vardı; fakat isteğim yoktu. Gizli mezhebe, yorgun bir öfke duyuyordum; onlara karşı çıkmak istiyordum, gücüm olmadığı halde. Kendimi yormadan onlara göstermeliydim.”[12]
Hikaye kişisi tam da bu noktada radikal bir çıkış gerçekleştirir. Önce açlık grevine başlar. Fakat bundan cayar ve eve malzeme getiren çocuktan, bir teneke gaz getirmesini ister. Evde bulunan tüm gazeteleri yerlere yayar ve gazla ıslatır. Tam evi ve içinde bulunan her şeyle birlikte kendini de yakacağı esnada, gözü yerdeki yarısı yırtılmış ve ıslak bir gazete parçasına ilişecektir.
“…Bir gizli mezhebin mensupları, ayin yaparken yakalandı... Dün gece şehir dışında bir evde ayin yapan yabancı uyruklu ondört kişi komşuların ihbarı üzerine yakalanmıştır. Soruşturma sırasında, kendilerine Ubor Metenga adını –arkası yedinci sayfa sekizinci sütunda-…”[13]
Bu, hikayenin en önemli kırılma anlarından biridir. Okuduğu haberden sonra kendini dışarıda akmakta olan yaşamın içine atar. Caddelerde dolaşır, eski dost ve akrabalarını ziyaret eder, otel odalarında sabahlar, meyhanelerde içki içip sarhoş olur, hatta kendine bu sarhoşluk anlarında söyleşecek kişiler bulur. Akrabalarından birine artık evlenmek istediğini, bildikleri kendisine uygun biri varsa yardımcı olmalarını ister. Bunun ertesinde alacağı bir haber ise, onu yeniden kaotik bir duruma sürükleyecektir. Evinin yanındaki arsada yeniden inşaat çalışması başlatıldığını; toprak kayması sonucunda ise evini, içindeki tüm eşyalarla birlikte kaybettiğini öğrenecektir.
Hikayenin finalinde yaşadıklarından dolayı intikam almak ister. Ama kimden ve nasıl alınacaktır bu intikam? Kararını verir: Yeni nişanlandığı kızla gittikleri bir lokantada gördüğü “mutlu” çiftlere, kendisine gelen mektubun benzerlerinden yollamaya başlar.
“Kötülüğü, fakirliği, gizli mezhebi ve yalnızlığı bilmedikleri için başlarına geleceklerden habersiz oldukları için, içlerinden geldiği gibi davranıyorlardı. Onları kıskanıyordum. Onların da başına bir şey gelmeliydi; onların başına da ben, bir şey getirmeliydim. Hırsımdan yerimde duramıyordum (İşte beni zaten bu öfke mahvetmişti; gizli mezhep değil).”[14]
Ancak devam eden günlerde bu mektupların o insanlarda bir etkiye yol açmadığını ve hayatlarını aynı şekilde sürdürdüklerini görür. Artık son hamlesini yapmanın zamanı gelmiştir.
“Onlara bir kötülük yapamayınca kendime yapmak istedim… Onlara vicdan azabı verecek bir kötülük, geriye dönülmesi mümkün olmayan bir kötülük yapmak istedim kendime. En yakın karakolu aradım. Nöbetçi komiseri görmek istiyorum... Kendimi ihbar etmek istiyorum. Belirli kişilere (alçaklar) tehdit mektupları yazdığımı itiraf etmek istiyorum... Tehdit mektupları yazdım, efendim; dedim ki: Morde ratesden, Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor…”[15] 

Kaybolmuş cenneti aramak
                                                    “Kolay elde edilmiş bir mutluluk mu,                                                                                                                                                                                                                                                                             Yoksa insanı yücelten acı mı daha iyi?                                                 
                                                                     Evet, hangisi daha iyi?”[16]

Oğuz Atay’ın kurmaca dünyası üzerinde Oblomov’un etkilerinin olduğu genelde kabul gören bir düşüncedir. Atay kendi yazın evrenini oluştururken bu etkiyi de yansıtır. Öyle ki, yapıtlarında Oblomov adını kimi yerlerde andığı bilinir. “Tutunamayanalar”ın Selim’i “Oblomov’u okuduktan sonra bir hafta kendine gelemediğini “[17] söyler. Söz konusu iki roman arasındaki koşutluklar belirgindir. Oblomov, “Ah yarabbi, hayat bir türlü yakamı bırakmıyor,  nereye gitsem peşimde.”[18] derken; Selim,”yaşamaktan yoruldum”“savunmasız zavallılığımı düşünmeden beni hayatın ortasına attınız”[19] serzenişinde bulunur. Korkuyu Beklerken’in kişisinin kendini savunusu da, okura Oblomov’un hayata küsüp evine kapanışının aynasını tutar; “Fakat ben suçsuzdum; beni bu toplumun hukuk anlayışı çileden çıkarmıştı. Bilerek işlenen suçlardan korkuyordum sadece; oysa beni her gün suçlu duruma düşürmek için binlerce tuzak kuruluyordu. Bununla başa çıkamazdım.”[20]
Her iki yapıtın kişileri ele alındığında ortaya şöyle bir sonuç çıkar: Oblomov, Batılı klasik romandaki “kahraman”dan farklıdır. İçe dönük, yaşama karşı zayıf, silik, müdahil olamayan haliyle, alıştığımız “kahraman”ın dışında bir kahraman formudur. Kendi kendine yaşamdan sürgün edilmişlik olarak ifade edilebilecek olan bu roman karakteri, Oblomov’un kaleme alındığı dönem olan 19. yüzyıl Rus yazınında sözünü ettiğimiz tipteki karakterin öncülü olmuştur. Klasik yazındaki ‘kahraman’, sahip olduğu nitelikler ve romanda işlendiği biçimiyle Oblomov’un tam tersi özellikler göstermektedir.
Oblomov, “Batılı romanda unheroic veya antiheroic denilen kahraman tipinin de en önemli bir temsilcisi sayılır.”[21] Berna Moran’ın deyimiyle bu karakter aynı zamanda, toplumsal gerçekçi roman akımının olumlu kahraman yaratma temasına yönelmesinde büyük rol oynayacaktır. Toplumsal gerçekçilik, yaratacağı karakterleri tüm ‘olumlu’ özelliklerle idealize edecek, toplumsal iletisini bu karakterlerin yaşamında ve söyleminde dillendirecektir.
Atay’ın karakterleri “kahraman”dan ziyade, “anti-kahraman” denilebilecek kişilerdir. Modernist edebiyatta özellikle Kafka, Faulkner, Joyce, Musil ile canlanan bu anti-kahramanlar, Oğuz Atay yapıtlarının bütününde karşımıza çıkar.  Gonçarov bu karakterleri iki biçimde anlatır: İlki, Oblomov”da gördüğümüz  “köy Oblomovu”,  ikincisi de “şehir Oblomovu” olarak tanımladığı ve Oğuz Atay”ın hemen tüm yapıtlarında gördüğümüz karakterdir.
“Modernist edebiyat, yapısını, 19. yüzyılın geleneksel/gerçekçi metinlerinde olduğu gibi ‘kahraman’ üzerine kurmaz; modern edebiyat bilimi de ona ‘kahraman’ demeyi bırakmıştır zaten; o artık ‘protagonist’ ya da metin ‘figür’ü gibi bir şeye dönüşmüştür.”[22]
 Korkuyu Beklerken kitabının kişisi bir “Tutunamayan”dır. Hikaye boyunca ismini dahi bilmeyeceğimiz bu kişi; içe dönüklüğüyle, öfkeleriyle ve sessiz isyanıyla, toplum dışı olmanın gerçekliğini ve onu buraya kadar getiren toplumsal düşünüşü-yaşantıyı gözler önüne serer. Oğuz Atay, Türk modernleşmesinin aydınlanma fikrine ve özelde küçük burjuva aydınına güçlü bir eleştirel karşı duruşu ifade eder. Efkan Bahri Eskin bu karşı duruşu şöyle anlatır; “Oğuz Atay günlüğünde bir sanatçı duyarlılığıyla Osmanlıdan Cumhuriyete ve günümüze gelen, bütün yeniliklere diş bileyen otoriter durgun sürekliliğin farkındadır: Batı’ya olduğu kadar, doğuya da kapalı bir sistemdir bu. Orta Doğu’dur, Kenar Batı’dır. Ne doğudur, ne batıdır. Kafka’nın yer altında yaşayan hayvanı gibi kendine doğru kazılan bir tünelin içindeki bilinmeyen düşmanı korkuyla bekler... ”[23] Hem Oblomov, hem de Korkuyu Beklerken’in kişilerindeki imge “sahip oldukları tinsel özelliklerin maddeye dayalı bir toplum yapısı ile bağdaşamaması yüzünden hak etmelerine karşın kaybedenlerden, doğuştan ruhsal ya da bedensel engelli olanlara kadar farklı nedenlerle toplumda yer edinememiş olan herkesi içine alır.”[24]
Karakterler arasındaki bu benzerliğe rağmen, farklı oldukları yerlere vurgu yapmak gerekliliği de doğar. Oblomov, yeterli çabayı gösteremediği için kaybeden bir insandır. Oysa Korkuyu Beklerken’in kişisi tam böyle değildir. O aslında kazanmayı hak ettiği halde, toplumdaki çarpık yapının kurbanı olmuş, bu çarpık sisteme eklemlenememiş bir kişidir. Bu yanıyla da Oblomov’dan ayrılır. “Atay’ın kişilerini Oblomov’dan ayıran temel özellik, onların, yaşamlarının büyük bir bölümünü eylemli sürdürmüş ve yaşamla tüm uyuşmazlıklarına karşın dünyanın bir köşesine ilmeklenmeye çalışmış olmalarıdır.” [25]

Korku ve yalnızlık…
Oblomov ve Korkuyu Beklerken’in kurgularında ‘Kafkaesk’ öğeler ön plandadır. Birçok dilin gündelik kullanımına girmiş olan bu kavram: korku, güvensizlik, yabancılaşma, umutsuzluk, yalnızlık, umarsızlık, anlamsızlık, iletişimsizlik gibi anlamların bir bileşkesidir. Korkuyu Beklerken’de daha yoğun olmakla beraber, -keza Yıldız Ecevit; Atay’ın, yapıtlarını kaleme alırken Kafka’nın imgeleminin yoğun etkisi altında olduğu söyler- bu öğeler her iki anlatının izleklerinde ve karakterlerin sunumunda göze çarpar. Oblomov’un “ne zaman yaşayacağım ben?” ile dile getirdiği isyanı ve şekli, bir bakıma örtük bir şekilde Kafkaesk anlatıları çağrıştırmaktadır.
İncelediğimiz her iki yapıtın ana eksenini ‘korku’ öğesinin oluşturduğu söylenebilir. Korku, korkuya yol açan içsel/dışsal nedenler, korkunun yarattığı gerilimli ruh halleri, içe kapanma, yüzleşmekten kaçınma, kimi yerlerde ise içsel bazı isyan etmelerle tamamlanır her iki yapıt. “Sevgi ve uyumun karşısında yer alan korku duygusu, roman kişisinin toplum içindeki yalnızlığının, güvensizliğinin, iletişimsizliğinin, yabancılaşmasının da bir ürünüdür.”[26]  Kafka’nın ‘Bay K’ karakterinden, Dostoyevski’nin ‘yer altı adamı’na kadar, aşina olunan bir anlatıdır bu.
Anlatılardaki bu nesnesinden soyutlanan korku, salt korku olarak belirir, imgeleşir. Korkuyu Beklerken’de bu imgeyi köpek korkusu, ölüm korkusu, hırsız korkusu, mektuba karşı duyulan korku, “ya eşya delirirse?”[27] korkusu biçiminde somutlaşır. Oblomov’un hayata karşı duyduğu korku, harekete, yeniliklere, aşka, bir yerlere gitmeye, yeni insanlarla tanışmaya karşı hissettiği korkular da bu bağlamda ele alınabilir. Korku, onların yaşamlarının bir parçası; aynı zamanda belirsizliğiyle, ürkütücülüğüyle, bilinmezliğiyle karakterlerin her yanını kuşatan bir öznel deneyim durumundadır. Hem yaşanılan, kuran, dönüştüren, yeniden-kuran hem de beklenilendir, korku. Hikaye kişisi bunu şöyle anlatır; “Evde korkuyla beklerken ya da korkuyu beklerken geçen zamanın ne de olsa bir önemi vardı, bir geleceği vardı.”[28]
İncelediğimiz her iki yapıttaki korku öğelerini destekleyen, güçlendiren bir diğer ortak imge de ‘yalnızlık’tır. Oblomov, günlerini odasında, yatağında geçiriyorken kendisini ziyaret eden insanlara gösterdiği ilgi, uşağı Zahar’la olan sürekli didişmeleri, hep onun bu yalnızlıktan az da olsa uzaklaşabilme araçlarıdır. Romanın sonunda evlendiği kadınla kurduğu ilişki biçimi, kadının çocukları ve evde çalışan hizmetlilerle olan ilişkileri aslında hep bu yalnızlık korkusundan kaynaklanır. Korkuyu Beklerken’in kişisi “Yalnız kalmaktan korktukça, yalnızlığım artıyor”[29] dediğinde de bunu anlatır.
Oblomov, yalnızlığı tercih edip toplum dışılığa sürüklenirken; Korkuyu Beklerken kişisi böyle bir bilinçli tercih yap(a)mamıştır. Kendi korkularının esiri olmasından dolayı itildiği, kendisini ittiği bir yalnızlık halidir. Dolayısıyla içinde olduğu yalnızlık, ontolojik bir zorunluluktan doğan ve bundan beslenen bir yalnızlıktır. İsyanının nedeni de budur. “Ben yalnızlığı istemekle suçlanıp yalnızlığa mahkum edildim. Bu karara bütün gücümle muhalefet ediyorum. Ben yalnızlığa dayanamıyorum, ben insanların arasında olmak istiyorum.”[30] Böyle söyler ama insanların arasında ‘kendi’ olarak yaşam sürdüremeyeceğinin de bilincine sahiptir aynı zamanda.
Oblomov’un ve Korkuyu Beklerken hikaye karakterlerinin ‘sorumluluk’ karşısındaki tutumlarında benzerlik dikkate değerdir. Oblomov, kendisinin yapması gereken pek çok şeyi                  -çiftliğiyle ilgilenme, taşınma, ilişkisini sürdürme…-  yapmamakla, yavaş yavaş kendi sonunu hazırlar. Korkuyu Beklerken kişisi: “Sorumluluk bu. Ben bu yüzden evlenmedim; çocuklarıma bakamam diye korktum.” [31] diyerek sorumluluk karşısında durduğu yeri anlatır.
Yabancılaşma, her iki yapıtın kurgusunda işlenen bir imgedir. Temelde topluma, toplumsal yaşam örüntülerine karşı yabancılaşmadır bu. Oblomov’un yaşamla iletişim kuramaması, günün temposuna ayak uyduramamasından, yabancılaşmanın izi sürülebilir roman boyunca. Benzer bir durum Korkuyu Beklerken’de modern insanın trajedisinin anlatısına dönüşür. “ne tabiatı, ne insanları, ne de olup bitenleri sevmiştir”[32]  hikaye kişisi. Bu söylem aynı zamanda bir yersiz-yurtsuzlaşmaya da tekabül eder.  Oblomov’dan farklı olarak 20. yüzyılın kendine yabancılaşmış öznesi vardır burada. Anlatıda görülen doğaya yabancılaşması da, kendine yabancılaşmasının bir uzantısıdır. Her şeyi kitaplardan öğrenen bir insanın patolojikleşmesinin analizidir adeta metin. Bu insan doğadan kopuktur. Orada neler olup bittiğinden habersizdir ve bundan dolayı doğayı sevmez. Aslında hiçbir şeyi sevmez. Uzaktır her şeye…
Bu iki yapıttaki yabancılaşma en temelde dışsal, dışa dönük bir yabancılaşma görünümündedir. Hayatla uyum kuramayan, onun içine giremeyen, onda tutunamayan bireyin yabancılaşmasıdır. İki öykü “… temelde yaşamın birey denetimine sokulamayacak yapısına uyum sağlayamayan ve bu yapıyı bilinçli yaptırımlarla zorlayan, kendine ve çevreye yabancılaşmış insanın, kendini yok etmeye mahkum oluşunun öyküsüdür.” [33]
Oblomov, yaptığı toplumsal eleştiri ile dönemin Rus aristokrat sınıfına karşı keskin bir çıkışı simgeler. İkiyüzlülük, ilişkilerdeki riya, sahtelik, her şeyi maddi ölülerle değerlendiren anlayışlar, basit çıkar hesapları, göstermelik davranışlar… Tüm bunlara duyulan tepki ve pasif şekilde de olsa karşı tavır olarak sergilenen kaçış, sözü edilen eleştiri öğeleridir. Oğuz Atay’ın tüm yapıtlarında ve özelde Korkuyu Beklerken’de alımlanabilecek toplumsal eleştiri ise dolaylı bir eleştiridir. Alıştığımız anlamda bir toplum eleştirisi değildir bu. Belli bir düzenin, bu düzenin yarattığı çelişkilerin, sorunların nedenli-sonuçlu eleştirisi değildir. Açıkça dile getirilmekten ziyade, karakterlerin betimlenmesi üzerinden modern insana, modern çağa, ‘korku çağı’na dair eleştirel okuma yapılabilir.
Nihayetinde her iki eseri de ortak bir dilden okumak mümkündür. Bu dil, insana hangi çağda, hangi toplumsal koşullarda olursa olsun aynı şeyi anlatmaktadır; “Gündelik yaşamın ideolojik aygıtlarınca tutsak alınan birey, toplumdaki başarısının karşılığını diplomalı efendi rolü oynayarak ödediği sürece dünya, onurlu insanın ülkesi değildir artık. Kalabalığın korosuna katılmayan, ezgisini tek başına söyleyen özgür bireyin sesi bu dünyaya yabancıdır. Özgürlük bilincinin ezgisi, kalabalığın iniltisinde değil, bireyin yalın ve anlaşılabilir sesinde yankılanır.” [34]
Sonuçta her şey, “kaybolmuş bir cennet  arayışı” değil midir?















KAYNAKÇA
Atay, Oğuz. Korkuyu Beklerken, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005.
Atay, Oğuz. Tutunamayanlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004.
Dobrolyubov, Nikolay Aleksandroviç. Oblomovluk Nedir, (Çev: M. Beyhan), İstanbul: Yön Yayınları, 1992.  
Dostoyevski, Fiyodor. Yeraltından Notlar, (Çev: M. Özgül), İstanbul: Cumhuriyet Kitaplığı, 1999.
Eskin, E. Bahri. Doğu Batı Dergisi, F.S.K, 11, Mayıs-Haziran-Temmuz, 2000.      
Ecevit, Yıldız. Ben Buradayım, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005.
Gonçarov, İvan. Oblomov, (Çev: S. Eyüboğlu, E. Güney), İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1983.
Işın, Ekrem. Oğuz Atay’a Armağan, (Der. H. İnci), İstanbul: İletişim Yayınları, 2007.
Moran, Berna. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul: Cem Yayınevi, 1974.
Subaşı, Leyla, Çağdaş Türk Dili Dergisi, Haziran, 1991.
            
Balcı, Yunus, Oğuz Atay’ın Romanlarında Kahramanlar.



[1] Nikolay Aleksandroviç Dobrolyubov, Oblomovluk Nedir, İstanbul: Yön Yayıncılık, 1992, s. 33.
[2] Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İstanbul: Cem Yayınevi, 1974, s. 60.
[3] İvan Gonçarov, Oblomov, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1983, s. 198.
[4] A.g.e., s. 27.
[5] A.g.e., s. 75.
[6] A.g.e., s. 81.
[7] A.g.e., s. 526.
[8] Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s. 196.
[9] A.g.e.,  s. 39.
[10] Yıldız Ecevit, Ben Buradayım, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s. 488.
[11] Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s. 76.
[12] A.g.e., s. 90.
[13] A.g.e., s. 91.
[14] A.g.e.s., 97.
[15] A.g.e.s., 98-99.
[16] Fiyodor Dostoyevski, Yeraltından Notlar, İstanbul: Cumhuriyet Kitaplığı, 1999, s. 167.
[17] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 89.
[18] İvan Gonçarov, Oblomov, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1983, s. 87.
[19] Oğuz Atay, Tutunamayanlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 408, 475.
[20] Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s. 87.
[21] Yunus Balcı, Oğuz Atay’ın Romanlarında Kahramanlar, s.5
[22] Yıldız Ecevit, Ben Buradayım, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s. 478.
[23] E.Bahri Eskin, Oğuz Atay, Doğu Batı, F.S.K, 11,Mayıs-Haziran-Temmuz, 2000, s. 149.
[24] Yıldız Ecevit, Ben Buradayım, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s. 196.
[25] A.g.e., s. 195.                          
[26] A.g.e.,  s. 487.
[27] Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s.38.
[28] A.g.e.,  s. 93.
[29] A.g.e.,  s. 37.
[30] A.g.e.,  s. 79.
[31] A.g.e. s. 70
[32] A.g.e. s. 58
[33] Leyla Subaşı, Çağdaş Türk Dili Dergisi, Haziran, 1991
[34] Ekrem Işın, Oğuz Atay’a Armağan,(Der: H. İnci), İstanbul: İletişim Yayınları, 2007, s.207.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder