DİNİN
FARKLI SİYASAL YORUMLARININ TOPLUMSAL ALANA YANSIMASI
VE
ÇATIŞMA KAVRAMI
Giriş
2011 yılı içerisinde Doğu ve Güneydoğu illerinde
başlatılan sivil itaatsizlik eylemlerinin hiç kuşku yok ki en çok dikkat çekeni
sivil Cuma namazlarıydı. Önceleri yoğun ve aktif bir katılımla gerçekleşen bu
eylemlilikler, zaman içinde etkisini kısmen kaybetmekle beraber hala devam
etmektedir. Sivil Cuma namazları ile gündeme gelen tartışmaların bir boyutu
Kürt hareketinin devlete karşı kendi alternatif dini ritüellerini yapmak iken,
bir diğer boyutu ise iktidar partisi sözcülerinin kendilerine dönük “dinsiz,
Zerdüşt, ateşe tapan” biçiminde ifade edilen söylemlerine karşı gelişen bir
karşı politika olmasıydı. Bilhassa 2011 genel seçim sürecinde yoğun polemik
konusu olan din ve inanç tartışması üzerinden iki tarafın da dini söylemlerinde
bir artış gözlemlenmektedir.
Doğu ve Güneydoğu bölgesinde yaşayan Kürtlerin büyük
bir kısmı Sünni Şafii mezhebine mensuptur. Kimi bölgelerde ise Hanefilik mensupları
ve Alevi Kürtler bulunmaktadır. Gerek kentlerde ve gerekse kırsal alanlarda
yaşayan Kürtlerin büyük oranda dindar bir kitle olduğu da bilinmektedir. Bu
durum bölgedeki bütün inançlar için geçerlidir. Dolayısıyla din ve inancın
politik aktörler tarafından araçsallaştırılması olgusu, bölgede siyasal
hegemonya mücadelesi yürüten her iki taraf açısından da anlaşılır bir durumdur.
Tartışma konusu bu olmamakla beraber, Kürtlerin özellikle 2000’li yıllardan
sonra etnik kimliğin inşa sürecinde önemli bir bileşen haline getirmesi ve bunu
politik hareketin bir veçhesi olarak kullanılması durumu söz konusudur.
1990’lı yılların ortalarından itibaren bölgede artan
şiddet sarmalının en önemli sonuçlarından biri, başta İstanbul olmak üzere Batı
illerine ve metropollere doğru yaşanan yoğun göç süreci olmuştur. Göç eden
Kürtler hemşehrilik, aşiretçilik ve akrabalık gibi mekanizmalar üzerinden
kentlerin belli çeper bölgelerine yerleşmişlerdir. Varoş olarak tanımlanan kimi
semtlerde yoğunlaşan göç kitlesi daha çok vasıfsız işlerde, enformel
sektörlerde çalışmaktadırlar. Yaşadıkları semtlerde Kürt olmayan topluluk ve
bireylerle zaman içinde artan bir ilişki ağı içerisine dâhil olmakla birlikte,
özellikle belli noktalarda daha içe kapalı ve homojen bir toplumsallığın varlığı
görülmektedir. Bir yandan kentlileşen bu kitleler, diğer yandan göç ettikleri
bölgelerden taşıdıkları etnik ve kültürel özelliklerini de sürdürmektedirler.
Bu noktada kuşkusuz en önemli araçlardan biri de inanç ve dinsel ritüellerin yaşanış
biçimidir.
Bu makale, 2011-12 yılları boyunca İstanbul’un
değişik semtlerinde Şafii mezhebine mensup Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları
dört mahallede gerçekleştirilen saha çalışmaları ve gözlemlere dayanmaktadır.
Yaklaşık iki yıl boyunca söz konusu mahallelerde yaşayan Kürtlerin dini
ritüellerini sürdürme biçimleri, politik söylemlerde dinin araçsallaştırılması
ve nihayetinde hâkim olana muhalif, karşı bir dini toplumsallaşma ve
politikleşme biçimleri araştırılmıştır. Bu olguları kuramsal bir tartışma
biçimine dönüştürmekte G. Simmel tarafından ortaya konulan çatışma kavramı
üzerinden gidilecektir.
Öteki
Olana Karşı Kendini Var Etme Stratejisi Olarak Çatışma Kavramı
Toplumsal sistem içerisindeki çatışma ve
gerginlikler, söz konusu sistem açısından bütünleştirici bir etkiye yol
açmaktadır. Burada kelime anlamı ile paradoksal bir sonuç ortaya çıkar.
Simmel’e göre insanlar arasındaki her türlü etkileşim biçimi bir toplumlaşma
ise, çatışma da bir toplumlaşma olarak görülmelidir. (2009; 88) Bu açıdan
çatışma ile düzen karşılıklı bir ilişki içindedir ve mevcut en canlı
etkileşimlerden birini vücuda getirmektedir. Bu etkileşimin tekil anlamda
bireyler tarafından tek başına sürdürülmesi ise mümkün değildir. Toplumsallığın
bir göstergesi olarak çatışma, gruplar arasında gerçekleşmektedir. Ancak
gruplar arasındaki çatışma her zaman yok edici, izale edici değil; kimi
zamanlar yapıcı, bütünleştirici ve/veya karşılıklı olarak kurucu roller
üstlenebilmektedir.
Toplumsal yaşamı meydana getiren ilişkiler daima
belli amaçlar, sebepler ve çıkarlara dayalıdır. Toplumsal yaşamın temel
malzemesi olan bu amaç, sebep ve çıkarlar varlığını sürdürdükçe, hayata
geçirildikleri ilişki formları farklı olabilir ya da aynı form içindeki
toplumsal etkileşimler kendi içlerinde çok çeşitli içerikler ihtiva
edebilirler. (2009; 303) Yaşamın döngüsü genel olarak zıtlıklar ve
karşılıklılık üzerine kuruludur. Bu bağlamda “her yerde, hayatın hem en
kapsamlı hem de en mahrem alanlarında, kişisel, nesnel ve toplumsal alanlarda
bu ikiciliğe gömülmüş durumdayızdır. Birbirine mantıksal ve nesnel olarak karşı
iki taraftan meydana gelen bir bütüne ya da birime sahip olduğumuzu veya böyle
bir bütün ya da birim olduğumuzu düşünürüz ve kendimizdeki bütünlüğü bu
taraflardan biriyle özdeşleştirir, diğer tarafın ise tam tamına bize ait
olmayan ve en temel ve kapsamlı varlığımızı inkâr eden yabancı bir şey olduğunu
düşünürüz. Hayat sürekli bu iki eğilim arasında hareket eder” (2009: 89).
Toplumsal ilişkilerin bütününde ortaya çıkan çatışma hallerinin başlıca hedefi,
bahsedilen ikicilikleri azaltmak, çözmek ve bir tür birliğe ulaşma yoludur.
Dolayısıyla burada çatışmanın kendisi, taraflar arasında ortaya çıkan gerilim
ve anlaşmazlıkları gidermenin yolu olarak kendisini göstermektedir.
Din sosyolojisi üzerinden ele alındığında çatışma
kavramı özgül olarak toplumsal veya etnik grupların, cemaat yapılarının, diğer
daha dar dinsel fenomenlerin kendilerini inşa etmede, karşısında
konumlandıkları diğer biçimlere karşı kendilerini idame ettirmede rol
oynayabilmektedir. Nihayetinde inanış ve dinsel ritüeller salt bireysel edimler
veya salt psikolojik süreçler olarak tanımlanamazlar. Bu olguların toplumsal
zeminde somutlaşan içerikleri, bireyleri aşan bir noktada ortaya çıkmaktadır.
Bu konuda Simmel şöyle der:
“Toplumsal
bir zorunluluk olarak insan ilişkileri sayesinde yaşayan iman artık insanların,
kendini kendiliğinden, içeriden dış dünyaya doğru gösteren bağımsız, tipik bir
işlevi haline gelir. (…) İnsan etkileşimi pratiği, hem gündelik hem de en
yüksek içerikleri bakımından kendi faili olarak imanın psikolojik formunu o
kadar sık sergiler ki ‘inanma’ ihtiyacı genelde onun içinde serpilir ve
kendini, bu süreç içinde ve bu süreç için yaratılmış kendine ait nesneleriyle
kanıtlar” (2009: 308).
İstanbul’da
Kürt-Şafii İnancının Taşıyıcısı Mescitler
Araştırma kapsamında yapılan analizler, metropole
göç eden Kürt kitlesinin –özellikle orta ve ortanın üstü yaşlardaki bireyler
açısından- oldukça dindar olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hemen her ailede en az
birkaç ferdin inançlı ve dindar olduğu, dini ibadetlerini yerine getirdiği
görülmektedir. Kadınların bu süreçleri ekseriyetle ev içinde gerçekleşirken,
erkekler açısından dinin yaşanışı görünür bir mecrada sürmektedir. Araştırmanın
yapıldığı dört mahallenin hepsinde müftülüklere bağlı cami(ler) bulunmakla
birlikte, aynı biçimde mahallelerin farklı noktalarında hizmet veren mescitler
de mevcuttur. Bu mescitler devletin ilgili kurumları (Diyanet, müftülükler)
tarafından resmi olarak bilinmeyen yerlerdir. Mescitlerin başlıca özellikleri,
amiyane tabirle “yasadışı” olmalarıdır. Genellikle bir apartmanın giriş ya da
bodrum katında bulunan, dışarıdan bakıldığında da bir ibadethane olduğu
anlaşılmayan yerler olmalarıdır. İncelenen yedi adet mescitten yalnızca birinin
önünde küçük ve dikkat çekmeyen bir tabelada buranın bir mescit olduğu
anlaşılmaktadır. İbadet saatleri dışında kapıları genellikle kilitli olan bu
mescitlerde din adamlığı yapanlar ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hala
varlıklarını sürdüren medreselerde din eğitimi almış ve toplum nezdinde saygınlıkları
oldukça yüksek olan kimselerdir. “Melle” olarak çağrılan bu kimseler, mescide
ibadet etmek ve kimi dini vacibeleri yerine getirmek üzere giden insanların
verdiği maddi katkılarla yaşamlarını sürdürmektedirler.
İncelenen mescitlerde beş vakit namaz kılınmasına
rağmen, ezanın hoparlör yoluyla değil içeride çıplak sesle okunmaktadır. Aynı
durum Cuma ve bayram namazları için de geçerlidir. Namaz dışında bu mescitler
camilerde gerçekleştirilen dini hemen tüm vecibeler yerine getirilmektedir.
Ramazan aylarında teravih namazları kılınması, cenazelerin kaldırılması,
olanakları varsa cenazelerin yıkanması, mahalleli çocuklara yaz aylarında Kuran
dersleri verilmesi bunların başında gelmektedir. Yine mescitlerde yer alan
Melle’ler dini nikah kıymakta, kimi anlaşmazlık ve ihtilaf durumlarında
arabuluculuk yapmakta, cemaatin birçok sorununa dair onlara tavsiye ve
önerilerde bulunarak öncülük işlevi yerine getirmektedirler. Mescitlerin hepsi,
dindar ve hayırsever olarak bilinen ve maddi durumu görece iyi olan kimselerin
maliki oldukları zemin veya bodrum katlarının herhangi bir maddi karşılık
gözetmeden mescit olarak kullanılmasını sağlayan kimselere aittir. Mescitlerin
giderleri de cemaat tarafından ortaklaşa olarak karşılanmaktadır. Melle’ler de
hem mescitte namaz vd. dini vecibeleri yapmak hem de bunlar dışındaki
hizmetleri dolayısıyla insanların kendilerine gönüllü olarak verdikleri parasal
katkılarla geçinmektedirler. Görüşülen Melle’lerin birkaçı Diyanet’e bağlı din
adamı görevinden (imam, müezzin) emekli kimseler iken, geriye kalan çoğunluk
ise geçmişten beri bu biçimde çalışan kimselerdir.
Araştırma boyunca gidilen mescitlerin tümünde ibadet
dili olarak Kürtçe’nin kullanılıyor olması, bu mescitlerin ayırt edici
özelliklerinden olmuştur. Bir diğer nokta ise cemaati meydana getirenlerin yaş
ortalamalarının yüksek, eğitimsiz ve kendilerini Türkçe olarak ifade etmekte
oldukça zorlanmaları durumudur. Günlük yaşamlarında sürekli Kürtçe konuşan bu
kimseler ibadet öncesi, sonrası ve ibadet süresince de aynı dilde iletişim
kurmaktadırlar. Görüşmelerde sık vurgulandığı üzere, Diyanet’in camilerinde
ibadet dilini ve konuşulan dili tam anlamadıkları ve bu yüzden buralara gitmeye
soğuk oldukları anlaşılmaktadır. Mescitlerde ise Kürtçe konuşulmakta, Melle’ler
Kürtçe Kuranı Kerim okumakta, Kürtçe dua etmektedir. Bir diğer neden ise Diyanet’e
bağlı camilerdeki ibadet kuralları Hanefilik mezhebine göre olmakta ve
kendileri Şafii oldukları için de buralara karşı mesafeli durmaktadırlar. Yine
mescitlerde rutin zamanlarda bir araya gelen topluluk arasındaki sosyalleşme,
ilişkiler geliştirme ve çevrelerine dair etkileşim-iletişim içerisine girme
durumu da buraları çekim merkezi haline getirmektedir. Mescitlerde yapılan
görüşmelerde, cemaati oluşturan bireylerin tamamının aynı mahallede veya yakın
diğer bir mahallede ikamet ettikleri, tümünün Şafii mezhebine mensup oldukları
ve genellikle aynı şehirden, ilçeden İstanbul’a göç ettikleri anlaşılmaktadır.
Aralarında akrabalık bağları bulunan ya da aynı köyden olanların sayısı da
azımsanmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla bu mekânlarda cemaati oluşturan
grupların oldukça homojen ve kapalı topluluklar oldukları ortaya çıkmaktadır.
Daha önce belirtildiği üzere, mahallelerdeki bu
mescitler din hizmeti veren kamu kuruluşları tarafından resmi olarak tanınmıyor
olsalar da, aslında görünür olma noktasında herhangi bir kaygı ya da sıkıntı
görülmemektedir. Melle’ler mahallelerindeki herkesin mescitlerini bildiğini,
mahalle camilerindeki görevlilerle ilişkileri olabildiğini ve hatta ilçe
müftülüklerinin de kendilerine dair bilgi sahibi olduklarını ifade
etmektedirler. Anlaşıldığı kadarıyla din alanına olumsuz anlamda müdahil olmak istemeyen
ve bu noktada oldukça politik bir kararla bu mescitlere göz yuman bir anlayış
söz konusudur. Görüşmeciler de bu noktada kendilerinin devletin dini
kurumlarıyla bir sorunları olmadığını, sadece kendi dillerinde ve geleneklerine
uygun biçimde ibadet etmek amacıyla mescitleri kullandıklarını ve dolayısıyla
buralara farklı anlamlar yüklenmesinin yanlış olacağını dile getirmektedir.
Bu noktada çalışmanın konusunu teşkil eden bir sonuç
hâsıl olmaktadır. Metropole göç eden Kürtlerin yoğun ve iç içe yaşadıkları
mahallelerde dini ve kısmen kültürel geleneklerini terk etmeyerek, kente ve
devlete alternatif mekânlar kurarak buralara yöneldiklerini söylemek mümkündür.
Bundaki itici nedenlerin başında da mensubu oldukları mezhebe uygun olarak
ibadet etmek, bu ibadetleri de mensubu oldukları topluluğun dilini kullanarak
icra etmek isteğidir. Bu biçimde kendi etnik, dilsel ve mezhepsel farklılıklarını
korumakta ve kendileri dışında kalan diğer etnisite, dil ve mezhepler
karşısındaki varlıklarını idame ettirmektedirler. Diğer bir ifadeyle, burada
dinsel mekânlar ve dini ritüeller üzerinden bir çatışma hali ortaya çıkmakta ve
söz konusu çatışma, farklı olanların birbirlerine karışmadan, ama belli bir
düzenlilik ve uyum içinde yan yana olabilmelerini sağlamaktadır. İnanç ve
ritüeller arasında antagonistik özellik gösteren farklı oluş halleri, bir
tampon mekanizma olarak çatışma halinde bir arada durabilmekte ve her iki
taraftan birinin diğerini ortadan kaldırmadan, birlik hali içinde varlıklarını
sürdürebilmektedirler.
Kimlik
İnşa Sürecinde Çatışmanın Rolü
Kolektif kimliklerin inşa sürecinde, tahayyül edilen
ulusun tarihsel, kültürel, dilsel, dinsel, ekonomik sacayakları bulunduğu genel
kabul görür. Bu bağlamda araştırma sahasında yapılan görüşme ve gözlemlerde son
yirmi yıl boyunca metropol kentlere çeşitli nedenlerle göç eden Kürtlerin din
ve inanç unsurları üzerinden kolektif kimliklerine dair atıflarda bulundukları
ve kimlik oluşumunda dinsel mekanizmalara aktif bir misyon yüklendiği ortaya
çıkmaktadır. Gerek ibadet dili olarak Kürtçe’nin kullanılıyor olması ve gerekse
dinsel ibadetlerin teritoryal bir mahiyet arz etmesi üzerinden bu sonuca
gidilebilir. Yanı sıra Kürt legal partilerinin gittikçe artan bir trend
içindeki dinsel söylemleri ve dinin politik arenada araçsallaştırılması
olguları üzerinden kentlerde yaşayan Kürtlerin etnik, siyasal ve kültürel bir
inşa sürecine işaret ettiğini vurgulamak mümkündür.
İstanbul’da incelenen mescitlere ibadet amacıyla
gelen cemaatin önemli bir kısmı seçimlerde “Kürt partisi” olarak dillendirilen
BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) ve öncülleri olan diğer partilere oy verme
eğilimi göstermektedir. Siyasal tercihlerini açıkça ortaya koymaktan imtina
etmeyen cemaat mensupları, buna neden olarak farklı etmenlere göndermede
bulunmaktadır. Bu etmenlerin başlıcaları olarak devletin Kürtlere haksızlık
yaptığı, Kürtçe’nin hala yasaklı bir dil olduğu, köylerinden metazori ve haksız
biçimde göç etmeye zorlandıkları, iktidarların Kürtler’e ikinci sınıf vatandaş
muamelesi yaptığı, kendi dillerinde ibadet dahi edemedikleri, iktidarların Kürt
halkına dönük aşağılayıcı ve dinsiz oldukları gibi iddialarda bulundukları
ifade edilmektedir. Anlaşılmaktadır ki, bu söylemlerin birçoğu aynı zamanda
legal siyaset yapan Kürt hareketinin de politik argümanlarıdır.
Türkiye’nin kronikleşen sorunlarının başında gelen
Kürt meselesinde son yıllarda din ve inanç üzerinden üretilen söylemlerin artış
içinde olduğu genel kabul görmektedir. Hem iktidarda bulunan AK Parti (Adalet
ve Kalkınma Partisi) ve hem de Doğu-Güneydoğu illerinde belli bir gücü elinde
bulunduran BDP dini araçsallaştırarak bu alan üzerinden bir hegemonya
mücadelesi yürütmektedir. Her iki taraf da dinsel söylemleri yoğunca
kullanmakta ve bu söylemlerle birbirine dönük politika yürütmektedir. Kürtlerin
ağırlıklı olarak dindar kitlelerden meydana geliyor oluşu ve dinsel kurumların
Kürtler nezdinde genellikle muteber kabul edilişi bu süreci daha da
pekiştirmektedir. Son seçimlerde AK Parti sözcülerinin Kürt politik hareketine
dönük kullandığı “dinsiz, ateşe tapan, Zerdüşt” gibi söylemlerine karşılık Kürt
hareketi de sivil Cuma namazları eylemlilikleri başlatarak karşılık vermiştir.
Güneydoğu illerinden metropol kentlerine kadar, etkinlik gösterebildikleri
noktalarda bu eylemlilikleri geliştirmeye çalışan Kürt hareketi, dindar
Kürtler’i yanına alabilmek için Müslümanlık kavramlarına daha sık başvurmaya ve
seçimlerde dini geçmişi olan kimi isimleri aday göstermeye başlamıştır. Her iki
taraf da dini politik alanda araçsallaştırarak destek bulmaya ve diğer taraf üzerinde
bu konuda baskı oluşturmaya dair çabalarını hali hazırda sürdürmektedir.
İstanbul’da araştırma yapılan mescitlerde dinin söz
konusu politikleşme ve hegemonya mücadelesinin unsuru olarak kullanılmasına
dair oldukça güçlü bir tablo ortaya çıkmaktadır. Kürt hareketi bu alandaki
politikleşme sürecinin özneleri olarak tasarladığı bazı tüzel kurumlar
oluşturmaktadır. “Din Alimleri Derneği” ismiyle kurulan bu kurumlarda halk
arasında saygınlığı genel kabul gören kişiler ve melleler yer almaktadır.
Devletin dinsel kurumlarının karşısında yer alan bu dernekler, özellikle
cenaze, taziye, anma, düğün, nişan, husumetlerin çözülmesi gibi birçok
toplumsal vakada rol almakta ve etkin olma mücadelesi vermektedir. Organik
anlamda Kürt hareketi veya siyasi parti ile bağı olmasa da, politik içeriğe
sahip birçok etkinlikte yer almakta, kendi politik/dini tasavvurlarını tartışan
bültenler çıkarmakta, siyasi parti çalışmalarında boy göstermektedirler. Bu
çerçevede kentteki Kürtlerin dini merkezleri olmak için çaba içinde olduklarını
ve devletin/siyasal iktidarın dini alandaki söyleme ve politikalarına karşı
muhalif bir noktada hegemonya mücadelesi yürütmektedirler.
Kentte yaşayan dindar Kürt kitlesi üzerinden yürüyen
hegemonya mücadelesi, son on bir yıldan bu yana süren ve iktidar partisinin
radikal İslamcı eğilimleri liberlize ettiği sürecin zayıf karnını ifade
etmektedir. Bu konuda yaptığı çalışmayı Pasif Devrim adlı kitapta toplayan
C. Tuğal da bu tespiti ortaya
koymaktadır (2010). Çalışmasında, İstanbul’da daha çok 1990 sonrası göçlerle
oluşmuş, alt sınıfa mensup farklı etnik unsurlardan meydana gelen Sultanbeyli
ilçesinde yapılan araştırma ve görüşmelerden hareketle, radikal İslami duruşa
sahip kitlelerin AKP iktidarı boyunca liberal, devletçi ve Türk milliyetçisi
bir tahayyüle doğru evrilişi anlatılmaktadır. Tüm bu süreçler Gramsci’nin
hegemonya yaklaşımı ve Pasif Devrim kavramı üzerinden ortaya konulmaktadır.
Ancak bir yandan böylesi bir durum yaşanırken öte yandan ilçede yaşayan Kürt
kitlesi ile diğer etnik unsurlar arasındaki makasın da gittikçe açıldığı
vurgulanmaktadır. Kürtler, süren çatışmaların ve bu çatışma sürecinin medya
üzerinden aktarımlarının üzerinden kendilerine karşı ortaya çıkan ve kimisi
ırkçı saldırılarla görünür olan bir dışlanma durumuyla karşı karşıya
kalmaktadırlar (Saraçoğlu; 2011). Topluma öncülük eden politik karakterlerin,
devletin Diyanet kurumu ve uzantılarının din üzerinden yaptıkları
açıklamalardaki ötekileştiren ve dışlama pratiklerine alan açan söylemleriyle
de birleştiğinde, bu durum Kürtler nezdinde de bir kopuşa ve uzaklaşmaya, kendi
içine dönmeye yol açmaktadır. Benzer fotoğrafı dindar Kürt kitleleri arasında
yoğunca görmek mümkünken, dindar olmayan Kürtler açısından da benzer bir tablo
ortaya çıkmaktadır. Din üzerinden yaşanan çatışmanın toplumsal zemindeki
yansıması ise nihayetinde, farklı etnik kökene sahip iki unsurun –Kürtlük ve
Türklük- kendilerini yeniden üretmeleri biçiminde olmaktadır.
Sonuç
Yerine:
Etnik kimliğin inşa edilmesi sürecinde çatışma
kavramı, farklı aidiyetlere sahip unsurların dini inanış ve ritüel
farklılıklarını ortaya koyan anahtar bir kavram olarak düşünülmeye değer bir
yaklaşımdır. Diğer yandan çatışma kavramı, farklılıkların bir arada yaşaması ve
karşılıklı olarak kendisini yeniden üretmeye işaret ederek kentsel alandaki
heterojen etnik, dinsel ve politik unsurların birlikte yaşayabilmelerine olanak
sunmaktadır. Ancak bu süreçlerin politik ayrışmalara ve baskın unsurun
diğerlerini devlet ve iktidar gücü üzerinden baskılaması, dışlaması veya
ötekileştiren bir tutum izlemesi de beraberinde iki yanlı bir daralma, içe
kapanma ve milliyetçiliğin ivme kazanması sonucuna götürmektedir.
Kaynakça:
Saraçoğlu, Cenk (2011), Şehir Orta Sınıf ve Kürtler,
İletişim Yayınları, İstanbul.
Simmel, Georg (2009), Bireysellik ve Kültür, Metis
Yayınları, İstanbul.
Şahin, Sinan (2011), Kimin İslamı, Aram Yayınları,
İstanbul.
Tok, Nafiz (2003), Kültür Kimlik ve Siyaset, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul
Tuğal, Cihan (2010), Pasif Devrim İslami Muhalefetin
Düzenle Bütünleşmesi, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder