KÜRT POLİTİK HAREKETİNİN DİN İLE KURDUĞU İLİŞKİNİN TARİHSEL TOPLUMSAL
DÖNÜŞÜMÜ ÜZERİNE BİR DENEME
Giriş
2011 yılı içerisinde
Doğu ve Güneydoğu illerinde başlatılan sivil itaatsizlik eylemlerinin hiç kuşku
yok ki en çok dikkat çekeni sivil Cuma namazlarıydı. Önceleri yoğun ve aktif
bir katılımla gerçekleşen bu eylemlilikler, zaman içinde etkisini kısmen
kaybetmekle beraber hala devam etmektedir. Sivil Cuma namazları ile gündeme
gelen tartışmaların bir boyutu Kürt hareketinin devlete karşı kendi alternatif
dini ritüellerini yapmak iken, bir diğer boyutu ise iktidar partisi
sözcülerinin kendilerine dönük “dinsiz, Zerdüşt, ateşe tapan” biçiminde ifade
edilen söylemlerine karşı gelişen bir karşı politika olmasıydı. Bilhassa 2011 genel
seçim sürecinde yoğun polemik konusu olan din ve inanç tartışması üzerinden iki
tarafın da dini söylemlerinde bir artış gözlemlenmektedir.
Bu mesele üzerine
yapılan tartışmalarda iki yaklaşım biçimi ortaya çıkmaktadır. Bunlardan ilki
Kürt hareketinin toplumsal arka planının oldukça dindar bir Kürt kitlesi
olduğunu ve yaşanan dönüşümün kaçınılmaz biçimde bir ‘kendine dönüş’ olarak
görülmesi gerektiği düşüncesidir. İkinci görüşe göre ise Kürt hareketi, Türkiye
ve bölgedeki dinsel muhafazakarlaşmanın da etkisiyle, iktidardaki İslami
muhafazakar tandanslı AKP’nin din eksenli ürettiği politikalara yanıt
verebilmek adına pragmatik ve konjonktürel bir tutum takınmaktadır. Kürt
politik hareketinin dinle ilişkisini böylesi bir dikotomi üzerinden tanımlama
çabası, yetersiz ve eklektik bir bilgilenmeden beslenmektedir. Hareketin temel
ideolojik-politik kaynaklarında ve tarihsel süreçlerinde genel manada inanç ve
din, özel olarak da İslam konusunda izlediği politikalar bütünsel bir
yaklaşımla incelendiğinde ortaya ciddi bir birikim ve teorik/pratik yaklaşım
çıkmaktadır. Kuşku yok ki bu izahat, harekete özgülenebilecek bir algılamanın
sonucu olacaktır
Doğu ve Güneydoğu
bölgesinde yaşayan Kürtlerin büyük bir kısmı Sünni Şafii mezhebine mensuptur.
Kimi bölgelerde ise Hanefilik mensupları ve Alevi Kürtler bulunmaktadır. Gerek
kentlerde ve gerekse kırsal alanlarda yaşayan Kürtlerin büyük oranda dindar bir
kitle olduğu da bilinmektedir. Bu durum bölgedeki bütün inançlar için
geçerlidir. Dolayısıyla din ve inancın politik aktörler tarafından
araçsallaştırılması olgusu, bölgede siyasal hegemonya mücadelesi yürüten her
iki taraf açısından da anlaşılır bir durumdur. Tartışma konusu bu olmamakla
beraber, Kürtlerin özellikle 2000’li yıllardan sonra etnik kimliğin inşa
sürecinde önemli bir bileşen haline getirmesi ve bunu politik hareketin bir
veçhesi olarak kullanılması durumu söz konusudur.
1990’lı yılların
ortalarından itibaren bölgede artan şiddet sarmalının en önemli sonuçlarından
biri, başta İstanbul olmak üzere Batı illerine ve metropollere doğru yaşanan
yoğun göç süreci olmuştur. Göç eden Kürtler hemşehrilik, aşiretçilik ve
akrabalık gibi mekanizmalar üzerinden kentlerin belli çeper bölgelerine
yerleşmişlerdir. Varoş olarak tanımlanan kimi semtlerde yoğunlaşan göç kitlesi
daha çok vasıfsız işlerde, enformel sektörlerde çalışmaktadırlar. Yaşadıkları
semtlerde Kürt olmayan topluluk ve bireylerle zaman içinde artan bir ilişki ağı
içerisine dâhil olmakla birlikte, özellikle belli noktalarda daha içe kapalı ve
homojen bir toplumsallığın varlığı görülmektedir. Bir yandan kentlileşen bu
kitleler, diğer yandan göç ettikleri bölgelerden taşıdıkları etnik ve kültürel
özelliklerini de sürdürmektedirler. Bu noktada kuşkusuz en önemli araçlardan
biri de inanç ve dinsel ritüellerin yaşanış biçimidir.
Bu makale, 2011-12
yılları boyunca İstanbul’un değişik semtlerinde Şafii mezhebine mensup
Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları dört mahallede gerçekleştirilen saha
çalışmaları ve gözlemlere dayanmaktadır. Yaklaşık iki yıl boyunca söz konusu
mahallelerde yaşayan Kürtlerin dini ritüellerini sürdürme biçimleri, politik
söylemlerde dinin araçsallaştırılması ve nihayetinde hâkim olana muhalif, karşı
bir dini toplumsallaşma ve politikleşme biçimleri araştırılmıştır.
Öteki
Olana Karşı Kendini Var Etme Stratejisi Olarak Çatışma Kavramı
Toplumsal sistem
içerisindeki çatışma ve gerginlikler, söz konusu sistem açısından
bütünleştirici bir etkiye yol açmaktadır. Burada kelime anlamı ile paradoksal
bir sonuç ortaya çıkar. Simmel’e göre insanlar arasındaki her türlü etkileşim biçimi
bir toplumlaşma ise, çatışma da bir toplumlaşma olarak görülmelidir. (2009; 88)
Bu açıdan çatışma ile düzen karşılıklı bir ilişki içindedir ve mevcut en canlı
etkileşimlerden birini vücuda getirmektedir. Bu etkileşimin tekil anlamda
bireyler tarafından tek başına sürdürülmesi ise mümkün değildir. Toplumsallığın
bir göstergesi olarak çatışma, gruplar arasında gerçekleşmektedir. Ancak
gruplar arasındaki çatışma her zaman yok edici, izale edici değil; kimi
zamanlar yapıcı, bütünleştirici ve/veya karşılıklı olarak kurucu roller
üstlenebilmektedir.
Toplumsal yaşamı
meydana getiren ilişkiler daima belli amaçlar, sebepler ve çıkarlara dayalıdır.
Toplumsal yaşamın temel malzemesi olan bu amaç, sebep ve çıkarlar varlığını
sürdürdükçe, hayata geçirildikleri ilişki formları farklı olabilir ya da aynı
form içindeki toplumsal etkileşimler kendi içlerinde çok çeşitli içerikler ihtiva
edebilirler. (2009; 303) Yaşamın döngüsü genel olarak zıtlıklar ve
karşılıklılık üzerine kuruludur. Bu bağlamda “her yerde, hayatın hem en
kapsamlı hem de en mahrem alanlarında, kişisel, nesnel ve toplumsal alanlarda
bu ikiciliğe gömülmüş durumdayızdır. Birbirine mantıksal ve nesnel olarak karşı
iki taraftan meydana gelen bir bütüne ya da birime sahip olduğumuzu veya böyle
bir bütün ya da birim olduğumuzu düşünürüz ve kendimizdeki bütünlüğü bu
taraflardan biriyle özdeşleştirir, diğer tarafın ise tam tamına bize ait
olmayan ve en temel ve kapsamlı varlığımızı inkâr eden yabancı bir şey olduğunu
düşünürüz. Hayat sürekli bu iki eğilim arasında hareket eder” (2009: 89).
Toplumsal ilişkilerin bütününde ortaya çıkan çatışma hallerinin başlıca hedefi,
bahsedilen ikicilikleri azaltmak, çözmek ve bir tür birliğe ulaşma yoludur.
Dolayısıyla burada çatışmanın kendisi, taraflar arasında ortaya çıkan gerilim
ve anlaşmazlıkları gidermenin yolu olarak kendisini göstermektedir.
Din sosyolojisi
üzerinden ele alındığında çatışma kavramı özgül olarak toplumsal veya etnik
grupların, cemaat yapılarının, diğer daha dar dinsel fenomenlerin kendilerini
inşa etmede, karşısında konumlandıkları diğer biçimlere karşı kendilerini idame
ettirmede rol oynayabilmektedir. Nihayetinde inanış ve dinsel ritüeller salt
bireysel edimler veya salt psikolojik süreçler olarak tanımlanamazlar. Bu
olguların toplumsal zeminde somutlaşan içerikleri, bireyleri aşan bir noktada
ortaya çıkmaktadır. Bu konuda Simmel şöyle der:
“Toplumsal bir zorunluluk olarak insan
ilişkileri sayesinde yaşayan iman artık insanların, kendini kendiliğinden,
içeriden dış dünyaya doğru gösteren bağımsız, tipik bir işlevi haline gelir.
(…) İnsan etkileşimi pratiği, hem gündelik hem de en yüksek içerikleri
bakımından kendi faili olarak imanın psikolojik formunu o kadar sık sergiler ki
‘inanma’ ihtiyacı genelde onun içinde serpilir ve kendini, bu süreç içinde ve
bu süreç için yaratılmış kendine ait nesneleriyle kanıtlar” (2009: 308).
İstanbul’da
Kürt-Şafii İnancının Taşıyıcısı Mescitler
Araştırma kapsamında
yapılan analizler, metropole göç eden Kürt kitlesinin –özellikle orta ve
ortanın üstü yaşlardaki bireyler açısından- oldukça dindar olduğunu ortaya
çıkarmıştır. Hemen her ailede en az birkaç ferdin inançlı ve dindar olduğu,
dini ibadetlerini yerine getirdiği görülmektedir. Kadınların bu süreçleri
ekseriyetle ev içinde gerçekleşirken, erkekler açısından dinin yaşanışı görünür
bir mecrada sürmektedir. Araştırmanın yapıldığı dört mahallenin hepsinde
müftülüklere bağlı cami(ler) bulunmakla birlikte, aynı biçimde mahallelerin
farklı noktalarında hizmet veren mescitler de mevcuttur. Bu mescitler devletin
ilgili kurumları (Diyanet, müftülükler) tarafından resmi olarak bilinmeyen
yerlerdir. Mescitlerin başlıca özellikleri, amiyane tabirle “yasadışı”
olmalarıdır. Genellikle bir apartmanın giriş ya da bodrum katında bulunan,
dışarıdan bakıldığında da bir ibadethane olduğu anlaşılmayan yerler
olmalarıdır. İncelenen yedi adet mescitten yalnızca birinin önünde küçük ve
dikkat çekmeyen bir tabelada buranın bir mescit olduğu anlaşılmaktadır. İbadet
saatleri dışında kapıları genellikle kilitli olan bu mescitlerde din adamlığı
yapanlar ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hala varlıklarını sürdüren
medreselerde din eğitimi almış ve toplum nezdinde saygınlıkları oldukça yüksek
olan kimselerdir. “Melle” olarak çağrılan bu kimseler, mescide ibadet etmek ve
kimi dini vacibeleri yerine getirmek üzere giden insanların verdiği maddi
katkılarla yaşamlarını sürdürmektedirler.
İncelenen mescitlerde
beş vakit namaz kılınmasına rağmen, ezanın hoparlör yoluyla değil içeride
çıplak sesle okunmaktadır. Aynı durum Cuma ve bayram namazları için de
geçerlidir. Namaz dışında bu mescitler camilerde gerçekleştirilen dini hemen
tüm vecibeler yerine getirilmektedir. Ramazan aylarında teravih namazları
kılınması, cenazelerin kaldırılması, olanakları varsa cenazelerin yıkanması,
mahalleli çocuklara yaz aylarında Kuran dersleri verilmesi bunların başında
gelmektedir. Yine mescitlerde yer alan Melle’ler dini nikah kıymakta, kimi
anlaşmazlık ve ihtilaf durumlarında arabuluculuk yapmakta, cemaatin birçok
sorununa dair onlara tavsiye ve önerilerde bulunarak öncülük işlevi yerine
getirmektedirler. Mescitlerin hepsi, dindar ve hayırsever olarak bilinen ve
maddi durumu görece iyi olan kimselerin maliki oldukları zemin veya bodrum
katlarının herhangi bir maddi karşılık gözetmeden mescit olarak kullanılmasını
sağlayan kimselere aittir. Mescitlerin giderleri de cemaat tarafından ortaklaşa
olarak karşılanmaktadır. Melle’ler de hem mescitte namaz vd. dini vecibeleri
yapmak hem de bunlar dışındaki hizmetleri dolayısıyla insanların kendilerine
gönüllü olarak verdikleri parasal katkılarla geçinmektedirler. Görüşülen
Melle’lerin birkaçı Diyanet’e bağlı din adamı görevinden (imam, müezzin) emekli
kimseler iken, geriye kalan çoğunluk ise geçmişten beri bu biçimde çalışan
kimselerdir.
Araştırma boyunca
gidilen mescitlerin tümünde ibadet dili olarak Kürtçe’nin kullanılıyor olması,
bu mescitlerin ayırt edici özelliklerinden olmuştur. Bir diğer nokta ise cemaati
meydana getirenlerin yaş ortalamalarının yüksek, eğitimsiz ve kendilerini
Türkçe olarak ifade etmekte oldukça zorlanmaları durumudur. Günlük yaşamlarında
sürekli Kürtçe konuşan bu kimseler ibadet öncesi, sonrası ve ibadet süresince
de aynı dilde iletişim kurmaktadırlar. Görüşmelerde sık vurgulandığı üzere,
Diyanet’in camilerinde ibadet dilini ve konuşulan dili tam anlamadıkları ve bu
yüzden buralara gitmeye soğuk oldukları anlaşılmaktadır. Mescitlerde ise Kürtçe
konuşulmakta, Melle’ler Kürtçe Kuranı Kerim okumakta, Kürtçe dua etmektedir.
Bir diğer neden ise Diyanet’e bağlı camilerdeki ibadet kuralları Hanefilik
mezhebine göre olmakta ve kendileri Şafii oldukları için de buralara karşı
mesafeli durmaktadırlar. Yine mescitlerde rutin zamanlarda bir araya gelen
topluluk arasındaki sosyalleşme, ilişkiler geliştirme ve çevrelerine dair
etkileşim-iletişim içerisine girme durumu da buraları çekim merkezi haline
getirmektedir. Mescitlerde yapılan görüşmelerde, cemaati oluşturan bireylerin
tamamının aynı mahallede veya yakın diğer bir mahallede ikamet ettikleri,
tümünün Şafii mezhebine mensup oldukları ve genellikle aynı şehirden, ilçeden
İstanbul’a göç ettikleri anlaşılmaktadır. Aralarında akrabalık bağları bulunan
ya da aynı köyden olanların sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla
bu mekânlarda cemaati oluşturan grupların oldukça homojen ve kapalı topluluklar
oldukları ortaya çıkmaktadır.
Daha önce belirtildiği
üzere, mahallelerdeki bu mescitler din hizmeti veren kamu kuruluşları
tarafından resmi olarak tanınmıyor olsalar da, aslında görünür olma noktasında
herhangi bir kaygı ya da sıkıntı görülmemektedir. Melle’ler mahallelerindeki
herkesin mescitlerini bildiğini, mahalle camilerindeki görevlilerle ilişkileri
olabildiğini ve hatta ilçe müftülüklerinin de kendilerine dair bilgi sahibi
olduklarını ifade etmektedirler. Anlaşıldığı kadarıyla din alanına olumsuz
anlamda müdahil olmak istemeyen ve bu noktada oldukça politik bir kararla bu
mescitlere göz yuman bir anlayış söz konusudur. Görüşmeciler de bu noktada
kendilerinin devletin dini kurumlarıyla bir sorunları olmadığını, sadece kendi
dillerinde ve geleneklerine uygun biçimde ibadet etmek amacıyla mescitleri
kullandıklarını ve dolayısıyla buralara farklı anlamlar yüklenmesinin yanlış
olacağını dile getirmektedir.
Bu noktada çalışmanın
konusunu teşkil eden bir sonuç hâsıl olmaktadır. Metropole göç eden Kürtlerin
yoğun ve iç içe yaşadıkları mahallelerde dini ve kısmen kültürel geleneklerini
terk etmeyerek, kente ve devlete alternatif mekânlar kurarak buralara
yöneldiklerini söylemek mümkündür. Bundaki itici nedenlerin başında da mensubu
oldukları mezhebe uygun olarak ibadet etmek, bu ibadetleri de mensubu oldukları
topluluğun dilini kullanarak icra etmek isteğidir. Bu biçimde kendi etnik,
dilsel ve mezhepsel farklılıklarını korumakta ve kendileri dışında kalan diğer
etnisite, dil ve mezhepler karşısındaki varlıklarını idame ettirmektedirler.
Diğer bir ifadeyle, burada dinsel mekânlar ve dini ritüeller üzerinden bir
çatışma hali ortaya çıkmakta ve söz konusu çatışma, farklı olanların
birbirlerine karışmadan, ama belli bir düzenlilik ve uyum içinde yan yana
olabilmelerini sağlamaktadır. İnanç ve ritüeller arasında antagonistik özellik
gösteren farklı oluş halleri, bir tampon mekanizma olarak çatışma halinde bir
arada durabilmekte ve her iki taraftan birinin diğerini ortadan kaldırmadan,
birlik hali içinde varlıklarını sürdürebilmektedirler.
Kimlik
İnşa Sürecinde Çatışmanın Rolü
Kolektif kimliklerin
inşa sürecinde, tahayyül edilen ulusun tarihsel, kültürel, dilsel, dinsel,
ekonomik sacayakları bulunduğu genel kabul görür. Bu bağlamda araştırma
sahasında yapılan görüşme ve gözlemlerde son yirmi yıl boyunca metropol
kentlere çeşitli nedenlerle göç eden Kürtlerin din ve inanç unsurları üzerinden
kolektif kimliklerine dair atıflarda bulundukları ve kimlik oluşumunda dinsel
mekanizmalara aktif bir misyon yüklendiği ortaya çıkmaktadır. Gerek ibadet dili
olarak Kürtçe’nin kullanılıyor olması ve gerekse dinsel ibadetlerin teritoryal
bir mahiyet arz etmesi üzerinden bu sonuca gidilebilir. Yanı sıra Kürt legal
partilerinin gittikçe artan bir trend içindeki dinsel söylemleri ve dinin
politik arenada araçsallaştırılması olguları üzerinden kentlerde yaşayan
Kürtlerin etnik, siyasal ve kültürel bir inşa sürecine işaret ettiğini
vurgulamak mümkündür.
İstanbul’da incelenen
mescitlere ibadet amacıyla gelen cemaatin önemli bir kısmı seçimlerde “Kürt
partisi” olarak dillendirilen BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) ve öncülleri
olan diğer partilere oy verme eğilimi göstermektedir. Siyasal tercihlerini
açıkça ortaya koymaktan imtina etmeyen cemaat mensupları, buna neden olarak
farklı etmenlere göndermede bulunmaktadır. Bu etmenlerin başlıcaları olarak
devletin Kürtlere haksızlık yaptığı, Kürtçe’nin hala yasaklı bir dil olduğu,
köylerinden metazori ve haksız biçimde göç etmeye zorlandıkları, iktidarların
Kürtler’e ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaptığı, kendi dillerinde ibadet dahi
edemedikleri, iktidarların Kürt halkına dönük aşağılayıcı ve dinsiz oldukları
gibi iddialarda bulundukları ifade edilmektedir. Anlaşılmaktadır ki, bu
söylemlerin birçoğu aynı zamanda legal siyaset yapan Kürt hareketinin de
politik argümanlarıdır.
Türkiye’nin kronikleşen
sorunlarının başında gelen Kürt meselesinde son yıllarda din ve inanç üzerinden
üretilen söylemlerin artış içinde olduğu genel kabul görmektedir. Hem iktidarda
bulunan AK Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi) ve hem de Doğu-Güneydoğu
illerinde belli bir gücü elinde bulunduran BDP dini araçsallaştırarak bu alan
üzerinden bir hegemonya mücadelesi yürütmektedir. Her iki taraf da dinsel
söylemleri yoğunca kullanmakta ve bu söylemlerle birbirine dönük politika
yürütmektedir. Kürtlerin ağırlıklı olarak dindar kitlelerden meydana geliyor
oluşu ve dinsel kurumların Kürtler nezdinde genellikle muteber kabul edilişi bu
süreci daha da pekiştirmektedir. Son seçimlerde AK Parti sözcülerinin Kürt
politik hareketine dönük kullandığı “dinsiz, ateşe tapan, Zerdüşt” gibi
söylemlerine karşılık Kürt hareketi de sivil Cuma namazları eylemlilikleri
başlatarak karşılık vermiştir. Güneydoğu illerinden metropol kentlerine kadar,
etkinlik gösterebildikleri noktalarda bu eylemlilikleri geliştirmeye çalışan
Kürt hareketi, dindar Kürtler’i yanına alabilmek için Müslümanlık kavramlarına
daha sık başvurmaya ve seçimlerde dini geçmişi olan kimi isimleri aday
göstermeye başlamıştır. Her iki taraf da dini politik alanda araçsallaştırarak
destek bulmaya ve diğer taraf üzerinde bu konuda baskı oluşturmaya dair
çabalarını hali hazırda sürdürmektedir.
İstanbul’da araştırma
yapılan mescitlerde dinin söz konusu politikleşme ve hegemonya mücadelesinin
unsuru olarak kullanılmasına dair oldukça güçlü bir tablo ortaya çıkmaktadır. Kürt
hareketi bu alandaki politikleşme sürecinin özneleri olarak tasarladığı bazı
tüzel kurumlar oluşturmaktadır. “Din Alimleri Derneği” ismiyle kurulan bu
kurumlarda halk arasında saygınlığı genel kabul gören kişiler ve melleler yer
almaktadır. Devletin dinsel kurumlarının karşısında yer alan bu dernekler,
özellikle cenaze, taziye, anma, düğün, nişan, husumetlerin çözülmesi gibi
birçok toplumsal vakada rol almakta ve etkin olma mücadelesi vermektedir.
Organik anlamda Kürt hareketi veya siyasi parti ile bağı olmasa da, politik
içeriğe sahip birçok etkinlikte yer almakta, kendi politik/dini tasavvurlarını
tartışan bültenler çıkarmakta, siyasi parti çalışmalarında boy
göstermektedirler. Bu çerçevede kentteki Kürtlerin dini merkezleri olmak için
çaba içinde olduklarını ve devletin/siyasal iktidarın dini alandaki söyleme ve
politikalarına karşı muhalif bir noktada hegemonya mücadelesi yürütmektedirler.
Kentte yaşayan dindar
Kürt kitlesi üzerinden yürüyen hegemonya mücadelesi, son on bir yıldan bu yana
süren ve iktidar partisinin radikal İslamcı eğilimleri liberlize ettiği sürecin
zayıf karnını ifade etmektedir. Bu konuda yaptığı çalışmayı Pasif Devrim adlı
kitapta toplayan C. Tuğal da bu tespiti
ortaya koymaktadır (2010). Çalışmasında, İstanbul’da daha çok 1990 sonrası
göçlerle oluşmuş, alt sınıfa mensup farklı etnik unsurlardan meydana gelen
Sultanbeyli ilçesinde yapılan araştırma ve görüşmelerden hareketle, radikal
İslami duruşa sahip kitlelerin AKP iktidarı boyunca liberal, devletçi ve Türk
milliyetçisi bir tahayyüle doğru evrilişi anlatılmaktadır. Tüm bu süreçler
Gramsci’nin hegemonya yaklaşımı ve Pasif Devrim kavramı üzerinden ortaya
konulmaktadır. Ancak bir yandan böylesi bir durum yaşanırken öte yandan ilçede
yaşayan Kürt kitlesi ile diğer etnik unsurlar arasındaki makasın da gittikçe
açıldığı vurgulanmaktadır. Kürtler, süren çatışmaların ve bu çatışma sürecinin
medya üzerinden aktarımlarının üzerinden kendilerine karşı ortaya çıkan ve
kimisi ırkçı saldırılarla görünür olan bir dışlanma durumuyla karşı karşıya
kalmaktadırlar (Saraçoğlu; 2011). Topluma öncülük eden politik karakterlerin,
devletin Diyanet kurumu ve uzantılarının din üzerinden yaptıkları
açıklamalardaki ötekileştiren ve dışlama pratiklerine alan açan söylemleriyle
de birleştiğinde, bu durum Kürtler nezdinde de bir kopuşa ve uzaklaşmaya, kendi
içine dönmeye yol açmaktadır. Benzer fotoğrafı dindar Kürt kitleleri arasında
yoğunca görmek mümkünken, dindar olmayan Kürtler açısından da benzer bir tablo
ortaya çıkmaktadır. Din üzerinden yaşanan çatışmanın toplumsal zemindeki
yansıması ise nihayetinde, farklı etnik kökene sahip iki unsurun –Kürtlük ve
Türklük- kendilerini yeniden üretmeleri biçiminde olmaktadır.
Sonuç
Yerine:
Etnik kimliğin inşa
edilmesi sürecinde çatışma kavramı, farklı aidiyetlere sahip unsurların dini
inanış ve ritüel farklılıklarını ortaya koyan anahtar bir kavram olarak
düşünülmeye değer bir yaklaşımdır. Diğer yandan çatışma kavramı, farklılıkların
bir arada yaşaması ve karşılıklı olarak kendisini yeniden üretmeye işaret
ederek kentsel alandaki heterojen etnik, dinsel ve politik unsurların birlikte
yaşayabilmelerine olanak sunmaktadır. Ancak bu süreçlerin politik ayrışmalara
ve baskın unsurun diğerlerini devlet ve iktidar gücü üzerinden baskılaması,
dışlaması veya ötekileştiren bir tutum izlemesi de beraberinde iki yanlı bir
daralma, içe kapanma ve milliyetçiliğin ivme kazanması sonucuna götürmektedir.
Kaynakça:
Saraçoğlu, Cenk (2011),
Şehir Orta Sınıf ve Kürtler, İletişim Yayınları, İstanbul.
Simmel, Georg (2009),
Bireysellik ve Kültür, Metis Yayınları, İstanbul.
Şahin, Sinan (2011),
Kimin İslamı, Aram Yayınları, İstanbul.
Tok, Nafiz (2003),
Kültür Kimlik ve Siyaset, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
Tuğal, Cihan (2010),
Pasif Devrim İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Koç Üniversitesi
Yayınları, İstanbul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder