12 Temmuz 2015 Pazar

KÜRT POLİTİK HAREKETİNİN DİN İLE KURDUĞU İLİŞKİNİN TARİHSEL TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜ ÜZERİNE BİR DENEME

     KÜRT POLİTİK HAREKETİNİN DİN İLE KURDUĞU İLİŞKİNİN TARİHSEL TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜ ÜZERİNE BİR DENEME
                                                                                                                                                                                                                                                                             Giriş
2011 yılı içerisinde Doğu ve Güneydoğu illerinde başlatılan sivil itaatsizlik eylemlerinin hiç kuşku yok ki en çok dikkat çekeni sivil Cuma namazlarıydı. Önceleri yoğun ve aktif bir katılımla gerçekleşen bu eylemlilikler, zaman içinde etkisini kısmen kaybetmekle beraber hala devam etmektedir. Sivil Cuma namazları ile gündeme gelen tartışmaların bir boyutu Kürt hareketinin devlete karşı kendi alternatif dini ritüellerini yapmak iken, bir diğer boyutu ise iktidar partisi sözcülerinin kendilerine dönük “dinsiz, Zerdüşt, ateşe tapan” biçiminde ifade edilen söylemlerine karşı gelişen bir karşı politika olmasıydı. Bilhassa 2011 genel seçim sürecinde yoğun polemik konusu olan din ve inanç tartışması üzerinden iki tarafın da dini söylemlerinde bir artış gözlemlenmektedir.
Bu mesele üzerine yapılan tartışmalarda iki yaklaşım biçimi ortaya çıkmaktadır. Bunlardan ilki Kürt hareketinin toplumsal arka planının oldukça dindar bir Kürt kitlesi olduğunu ve yaşanan dönüşümün kaçınılmaz biçimde bir ‘kendine dönüş’ olarak görülmesi gerektiği düşüncesidir. İkinci görüşe göre ise Kürt hareketi, Türkiye ve bölgedeki dinsel muhafazakarlaşmanın da etkisiyle, iktidardaki İslami muhafazakar tandanslı AKP’nin din eksenli ürettiği politikalara yanıt verebilmek adına pragmatik ve konjonktürel bir tutum takınmaktadır. Kürt politik hareketinin dinle ilişkisini böylesi bir dikotomi üzerinden tanımlama çabası, yetersiz ve eklektik bir bilgilenmeden beslenmektedir. Hareketin temel ideolojik-politik kaynaklarında ve tarihsel süreçlerinde genel manada inanç ve din, özel olarak da İslam konusunda izlediği politikalar bütünsel bir yaklaşımla incelendiğinde ortaya ciddi bir birikim ve teorik/pratik yaklaşım çıkmaktadır. Kuşku yok ki bu izahat, harekete özgülenebilecek bir algılamanın sonucu olacaktır
Doğu ve Güneydoğu bölgesinde yaşayan Kürtlerin büyük bir kısmı Sünni Şafii mezhebine mensuptur. Kimi bölgelerde ise Hanefilik mensupları ve Alevi Kürtler bulunmaktadır. Gerek kentlerde ve gerekse kırsal alanlarda yaşayan Kürtlerin büyük oranda dindar bir kitle olduğu da bilinmektedir. Bu durum bölgedeki bütün inançlar için geçerlidir. Dolayısıyla din ve inancın politik aktörler tarafından araçsallaştırılması olgusu, bölgede siyasal hegemonya mücadelesi yürüten her iki taraf açısından da anlaşılır bir durumdur. Tartışma konusu bu olmamakla beraber, Kürtlerin özellikle 2000’li yıllardan sonra etnik kimliğin inşa sürecinde önemli bir bileşen haline getirmesi ve bunu politik hareketin bir veçhesi olarak kullanılması durumu söz konusudur.
1990’lı yılların ortalarından itibaren bölgede artan şiddet sarmalının en önemli sonuçlarından biri, başta İstanbul olmak üzere Batı illerine ve metropollere doğru yaşanan yoğun göç süreci olmuştur. Göç eden Kürtler hemşehrilik, aşiretçilik ve akrabalık gibi mekanizmalar üzerinden kentlerin belli çeper bölgelerine yerleşmişlerdir. Varoş olarak tanımlanan kimi semtlerde yoğunlaşan göç kitlesi daha çok vasıfsız işlerde, enformel sektörlerde çalışmaktadırlar. Yaşadıkları semtlerde Kürt olmayan topluluk ve bireylerle zaman içinde artan bir ilişki ağı içerisine dâhil olmakla birlikte, özellikle belli noktalarda daha içe kapalı ve homojen bir toplumsallığın varlığı görülmektedir. Bir yandan kentlileşen bu kitleler, diğer yandan göç ettikleri bölgelerden taşıdıkları etnik ve kültürel özelliklerini de sürdürmektedirler. Bu noktada kuşkusuz en önemli araçlardan biri de inanç ve dinsel ritüellerin yaşanış biçimidir.
Bu makale, 2011-12 yılları boyunca İstanbul’un değişik semtlerinde Şafii mezhebine mensup Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları dört mahallede gerçekleştirilen saha çalışmaları ve gözlemlere dayanmaktadır. Yaklaşık iki yıl boyunca söz konusu mahallelerde yaşayan Kürtlerin dini ritüellerini sürdürme biçimleri, politik söylemlerde dinin araçsallaştırılması ve nihayetinde hâkim olana muhalif, karşı bir dini toplumsallaşma ve politikleşme biçimleri araştırılmıştır.

Öteki Olana Karşı Kendini Var Etme Stratejisi Olarak Çatışma Kavramı
Toplumsal sistem içerisindeki çatışma ve gerginlikler, söz konusu sistem açısından bütünleştirici bir etkiye yol açmaktadır. Burada kelime anlamı ile paradoksal bir sonuç ortaya çıkar. Simmel’e göre insanlar arasındaki her türlü etkileşim biçimi bir toplumlaşma ise, çatışma da bir toplumlaşma olarak görülmelidir. (2009; 88) Bu açıdan çatışma ile düzen karşılıklı bir ilişki içindedir ve mevcut en canlı etkileşimlerden birini vücuda getirmektedir. Bu etkileşimin tekil anlamda bireyler tarafından tek başına sürdürülmesi ise mümkün değildir. Toplumsallığın bir göstergesi olarak çatışma, gruplar arasında gerçekleşmektedir. Ancak gruplar arasındaki çatışma her zaman yok edici, izale edici değil; kimi zamanlar yapıcı, bütünleştirici ve/veya karşılıklı olarak kurucu roller üstlenebilmektedir.
Toplumsal yaşamı meydana getiren ilişkiler daima belli amaçlar, sebepler ve çıkarlara dayalıdır. Toplumsal yaşamın temel malzemesi olan bu amaç, sebep ve çıkarlar varlığını sürdürdükçe, hayata geçirildikleri ilişki formları farklı olabilir ya da aynı form içindeki toplumsal etkileşimler kendi içlerinde çok çeşitli içerikler ihtiva edebilirler. (2009; 303) Yaşamın döngüsü genel olarak zıtlıklar ve karşılıklılık üzerine kuruludur. Bu bağlamda “her yerde, hayatın hem en kapsamlı hem de en mahrem alanlarında, kişisel, nesnel ve toplumsal alanlarda bu ikiciliğe gömülmüş durumdayızdır. Birbirine mantıksal ve nesnel olarak karşı iki taraftan meydana gelen bir bütüne ya da birime sahip olduğumuzu veya böyle bir bütün ya da birim olduğumuzu düşünürüz ve kendimizdeki bütünlüğü bu taraflardan biriyle özdeşleştirir, diğer tarafın ise tam tamına bize ait olmayan ve en temel ve kapsamlı varlığımızı inkâr eden yabancı bir şey olduğunu düşünürüz. Hayat sürekli bu iki eğilim arasında hareket eder” (2009: 89). Toplumsal ilişkilerin bütününde ortaya çıkan çatışma hallerinin başlıca hedefi, bahsedilen ikicilikleri azaltmak, çözmek ve bir tür birliğe ulaşma yoludur. Dolayısıyla burada çatışmanın kendisi, taraflar arasında ortaya çıkan gerilim ve anlaşmazlıkları gidermenin yolu olarak kendisini göstermektedir.
Din sosyolojisi üzerinden ele alındığında çatışma kavramı özgül olarak toplumsal veya etnik grupların, cemaat yapılarının, diğer daha dar dinsel fenomenlerin kendilerini inşa etmede, karşısında konumlandıkları diğer biçimlere karşı kendilerini idame ettirmede rol oynayabilmektedir. Nihayetinde inanış ve dinsel ritüeller salt bireysel edimler veya salt psikolojik süreçler olarak tanımlanamazlar. Bu olguların toplumsal zeminde somutlaşan içerikleri, bireyleri aşan bir noktada ortaya çıkmaktadır. Bu konuda Simmel şöyle der:
 “Toplumsal bir zorunluluk olarak insan ilişkileri sayesinde yaşayan iman artık insanların, kendini kendiliğinden, içeriden dış dünyaya doğru gösteren bağımsız, tipik bir işlevi haline gelir. (…) İnsan etkileşimi pratiği, hem gündelik hem de en yüksek içerikleri bakımından kendi faili olarak imanın psikolojik formunu o kadar sık sergiler ki ‘inanma’ ihtiyacı genelde onun içinde serpilir ve kendini, bu süreç içinde ve bu süreç için yaratılmış kendine ait nesneleriyle kanıtlar” (2009: 308).
İstanbul’da Kürt-Şafii İnancının Taşıyıcısı Mescitler
Araştırma kapsamında yapılan analizler, metropole göç eden Kürt kitlesinin –özellikle orta ve ortanın üstü yaşlardaki bireyler açısından- oldukça dindar olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hemen her ailede en az birkaç ferdin inançlı ve dindar olduğu, dini ibadetlerini yerine getirdiği görülmektedir. Kadınların bu süreçleri ekseriyetle ev içinde gerçekleşirken, erkekler açısından dinin yaşanışı görünür bir mecrada sürmektedir. Araştırmanın yapıldığı dört mahallenin hepsinde müftülüklere bağlı cami(ler) bulunmakla birlikte, aynı biçimde mahallelerin farklı noktalarında hizmet veren mescitler de mevcuttur. Bu mescitler devletin ilgili kurumları (Diyanet, müftülükler) tarafından resmi olarak bilinmeyen yerlerdir. Mescitlerin başlıca özellikleri, amiyane tabirle “yasadışı” olmalarıdır. Genellikle bir apartmanın giriş ya da bodrum katında bulunan, dışarıdan bakıldığında da bir ibadethane olduğu anlaşılmayan yerler olmalarıdır. İncelenen yedi adet mescitten yalnızca birinin önünde küçük ve dikkat çekmeyen bir tabelada buranın bir mescit olduğu anlaşılmaktadır. İbadet saatleri dışında kapıları genellikle kilitli olan bu mescitlerde din adamlığı yapanlar ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hala varlıklarını sürdüren medreselerde din eğitimi almış ve toplum nezdinde saygınlıkları oldukça yüksek olan kimselerdir. “Melle” olarak çağrılan bu kimseler, mescide ibadet etmek ve kimi dini vacibeleri yerine getirmek üzere giden insanların verdiği maddi katkılarla yaşamlarını sürdürmektedirler.
İncelenen mescitlerde beş vakit namaz kılınmasına rağmen, ezanın hoparlör yoluyla değil içeride çıplak sesle okunmaktadır. Aynı durum Cuma ve bayram namazları için de geçerlidir. Namaz dışında bu mescitler camilerde gerçekleştirilen dini hemen tüm vecibeler yerine getirilmektedir. Ramazan aylarında teravih namazları kılınması, cenazelerin kaldırılması, olanakları varsa cenazelerin yıkanması, mahalleli çocuklara yaz aylarında Kuran dersleri verilmesi bunların başında gelmektedir. Yine mescitlerde yer alan Melle’ler dini nikah kıymakta, kimi anlaşmazlık ve ihtilaf durumlarında arabuluculuk yapmakta, cemaatin birçok sorununa dair onlara tavsiye ve önerilerde bulunarak öncülük işlevi yerine getirmektedirler. Mescitlerin hepsi, dindar ve hayırsever olarak bilinen ve maddi durumu görece iyi olan kimselerin maliki oldukları zemin veya bodrum katlarının herhangi bir maddi karşılık gözetmeden mescit olarak kullanılmasını sağlayan kimselere aittir. Mescitlerin giderleri de cemaat tarafından ortaklaşa olarak karşılanmaktadır. Melle’ler de hem mescitte namaz vd. dini vecibeleri yapmak hem de bunlar dışındaki hizmetleri dolayısıyla insanların kendilerine gönüllü olarak verdikleri parasal katkılarla geçinmektedirler. Görüşülen Melle’lerin birkaçı Diyanet’e bağlı din adamı görevinden (imam, müezzin) emekli kimseler iken, geriye kalan çoğunluk ise geçmişten beri bu biçimde çalışan kimselerdir.
Araştırma boyunca gidilen mescitlerin tümünde ibadet dili olarak Kürtçe’nin kullanılıyor olması, bu mescitlerin ayırt edici özelliklerinden olmuştur. Bir diğer nokta ise cemaati meydana getirenlerin yaş ortalamalarının yüksek, eğitimsiz ve kendilerini Türkçe olarak ifade etmekte oldukça zorlanmaları durumudur. Günlük yaşamlarında sürekli Kürtçe konuşan bu kimseler ibadet öncesi, sonrası ve ibadet süresince de aynı dilde iletişim kurmaktadırlar. Görüşmelerde sık vurgulandığı üzere, Diyanet’in camilerinde ibadet dilini ve konuşulan dili tam anlamadıkları ve bu yüzden buralara gitmeye soğuk oldukları anlaşılmaktadır. Mescitlerde ise Kürtçe konuşulmakta, Melle’ler Kürtçe Kuranı Kerim okumakta, Kürtçe dua etmektedir. Bir diğer neden ise Diyanet’e bağlı camilerdeki ibadet kuralları Hanefilik mezhebine göre olmakta ve kendileri Şafii oldukları için de buralara karşı mesafeli durmaktadırlar. Yine mescitlerde rutin zamanlarda bir araya gelen topluluk arasındaki sosyalleşme, ilişkiler geliştirme ve çevrelerine dair etkileşim-iletişim içerisine girme durumu da buraları çekim merkezi haline getirmektedir. Mescitlerde yapılan görüşmelerde, cemaati oluşturan bireylerin tamamının aynı mahallede veya yakın diğer bir mahallede ikamet ettikleri, tümünün Şafii mezhebine mensup oldukları ve genellikle aynı şehirden, ilçeden İstanbul’a göç ettikleri anlaşılmaktadır. Aralarında akrabalık bağları bulunan ya da aynı köyden olanların sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla bu mekânlarda cemaati oluşturan grupların oldukça homojen ve kapalı topluluklar oldukları ortaya çıkmaktadır.
Daha önce belirtildiği üzere, mahallelerdeki bu mescitler din hizmeti veren kamu kuruluşları tarafından resmi olarak tanınmıyor olsalar da, aslında görünür olma noktasında herhangi bir kaygı ya da sıkıntı görülmemektedir. Melle’ler mahallelerindeki herkesin mescitlerini bildiğini, mahalle camilerindeki görevlilerle ilişkileri olabildiğini ve hatta ilçe müftülüklerinin de kendilerine dair bilgi sahibi olduklarını ifade etmektedirler. Anlaşıldığı kadarıyla din alanına olumsuz anlamda müdahil olmak istemeyen ve bu noktada oldukça politik bir kararla bu mescitlere göz yuman bir anlayış söz konusudur. Görüşmeciler de bu noktada kendilerinin devletin dini kurumlarıyla bir sorunları olmadığını, sadece kendi dillerinde ve geleneklerine uygun biçimde ibadet etmek amacıyla mescitleri kullandıklarını ve dolayısıyla buralara farklı anlamlar yüklenmesinin yanlış olacağını dile getirmektedir.
Bu noktada çalışmanın konusunu teşkil eden bir sonuç hâsıl olmaktadır. Metropole göç eden Kürtlerin yoğun ve iç içe yaşadıkları mahallelerde dini ve kısmen kültürel geleneklerini terk etmeyerek, kente ve devlete alternatif mekânlar kurarak buralara yöneldiklerini söylemek mümkündür. Bundaki itici nedenlerin başında da mensubu oldukları mezhebe uygun olarak ibadet etmek, bu ibadetleri de mensubu oldukları topluluğun dilini kullanarak icra etmek isteğidir. Bu biçimde kendi etnik, dilsel ve mezhepsel farklılıklarını korumakta ve kendileri dışında kalan diğer etnisite, dil ve mezhepler karşısındaki varlıklarını idame ettirmektedirler. Diğer bir ifadeyle, burada dinsel mekânlar ve dini ritüeller üzerinden bir çatışma hali ortaya çıkmakta ve söz konusu çatışma, farklı olanların birbirlerine karışmadan, ama belli bir düzenlilik ve uyum içinde yan yana olabilmelerini sağlamaktadır. İnanç ve ritüeller arasında antagonistik özellik gösteren farklı oluş halleri, bir tampon mekanizma olarak çatışma halinde bir arada durabilmekte ve her iki taraftan birinin diğerini ortadan kaldırmadan, birlik hali içinde varlıklarını sürdürebilmektedirler.
Kimlik İnşa Sürecinde Çatışmanın Rolü
Kolektif kimliklerin inşa sürecinde, tahayyül edilen ulusun tarihsel, kültürel, dilsel, dinsel, ekonomik sacayakları bulunduğu genel kabul görür. Bu bağlamda araştırma sahasında yapılan görüşme ve gözlemlerde son yirmi yıl boyunca metropol kentlere çeşitli nedenlerle göç eden Kürtlerin din ve inanç unsurları üzerinden kolektif kimliklerine dair atıflarda bulundukları ve kimlik oluşumunda dinsel mekanizmalara aktif bir misyon yüklendiği ortaya çıkmaktadır. Gerek ibadet dili olarak Kürtçe’nin kullanılıyor olması ve gerekse dinsel ibadetlerin teritoryal bir mahiyet arz etmesi üzerinden bu sonuca gidilebilir. Yanı sıra Kürt legal partilerinin gittikçe artan bir trend içindeki dinsel söylemleri ve dinin politik arenada araçsallaştırılması olguları üzerinden kentlerde yaşayan Kürtlerin etnik, siyasal ve kültürel bir inşa sürecine işaret ettiğini vurgulamak mümkündür.
İstanbul’da incelenen mescitlere ibadet amacıyla gelen cemaatin önemli bir kısmı seçimlerde “Kürt partisi” olarak dillendirilen BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) ve öncülleri olan diğer partilere oy verme eğilimi göstermektedir. Siyasal tercihlerini açıkça ortaya koymaktan imtina etmeyen cemaat mensupları, buna neden olarak farklı etmenlere göndermede bulunmaktadır. Bu etmenlerin başlıcaları olarak devletin Kürtlere haksızlık yaptığı, Kürtçe’nin hala yasaklı bir dil olduğu, köylerinden metazori ve haksız biçimde göç etmeye zorlandıkları, iktidarların Kürtler’e ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaptığı, kendi dillerinde ibadet dahi edemedikleri, iktidarların Kürt halkına dönük aşağılayıcı ve dinsiz oldukları gibi iddialarda bulundukları ifade edilmektedir. Anlaşılmaktadır ki, bu söylemlerin birçoğu aynı zamanda legal siyaset yapan Kürt hareketinin de politik argümanlarıdır.
Türkiye’nin kronikleşen sorunlarının başında gelen Kürt meselesinde son yıllarda din ve inanç üzerinden üretilen söylemlerin artış içinde olduğu genel kabul görmektedir. Hem iktidarda bulunan AK Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi) ve hem de Doğu-Güneydoğu illerinde belli bir gücü elinde bulunduran BDP dini araçsallaştırarak bu alan üzerinden bir hegemonya mücadelesi yürütmektedir. Her iki taraf da dinsel söylemleri yoğunca kullanmakta ve bu söylemlerle birbirine dönük politika yürütmektedir. Kürtlerin ağırlıklı olarak dindar kitlelerden meydana geliyor oluşu ve dinsel kurumların Kürtler nezdinde genellikle muteber kabul edilişi bu süreci daha da pekiştirmektedir. Son seçimlerde AK Parti sözcülerinin Kürt politik hareketine dönük kullandığı “dinsiz, ateşe tapan, Zerdüşt” gibi söylemlerine karşılık Kürt hareketi de sivil Cuma namazları eylemlilikleri başlatarak karşılık vermiştir. Güneydoğu illerinden metropol kentlerine kadar, etkinlik gösterebildikleri noktalarda bu eylemlilikleri geliştirmeye çalışan Kürt hareketi, dindar Kürtler’i yanına alabilmek için Müslümanlık kavramlarına daha sık başvurmaya ve seçimlerde dini geçmişi olan kimi isimleri aday göstermeye başlamıştır. Her iki taraf da dini politik alanda araçsallaştırarak destek bulmaya ve diğer taraf üzerinde bu konuda baskı oluşturmaya dair çabalarını hali hazırda sürdürmektedir.
İstanbul’da araştırma yapılan mescitlerde dinin söz konusu politikleşme ve hegemonya mücadelesinin unsuru olarak kullanılmasına dair oldukça güçlü bir tablo ortaya çıkmaktadır. Kürt hareketi bu alandaki politikleşme sürecinin özneleri olarak tasarladığı bazı tüzel kurumlar oluşturmaktadır. “Din Alimleri Derneği” ismiyle kurulan bu kurumlarda halk arasında saygınlığı genel kabul gören kişiler ve melleler yer almaktadır. Devletin dinsel kurumlarının karşısında yer alan bu dernekler, özellikle cenaze, taziye, anma, düğün, nişan, husumetlerin çözülmesi gibi birçok toplumsal vakada rol almakta ve etkin olma mücadelesi vermektedir. Organik anlamda Kürt hareketi veya siyasi parti ile bağı olmasa da, politik içeriğe sahip birçok etkinlikte yer almakta, kendi politik/dini tasavvurlarını tartışan bültenler çıkarmakta, siyasi parti çalışmalarında boy göstermektedirler. Bu çerçevede kentteki Kürtlerin dini merkezleri olmak için çaba içinde olduklarını ve devletin/siyasal iktidarın dini alandaki söyleme ve politikalarına karşı muhalif bir noktada hegemonya mücadelesi yürütmektedirler.
Kentte yaşayan dindar Kürt kitlesi üzerinden yürüyen hegemonya mücadelesi, son on bir yıldan bu yana süren ve iktidar partisinin radikal İslamcı eğilimleri liberlize ettiği sürecin zayıf karnını ifade etmektedir. Bu konuda yaptığı çalışmayı Pasif Devrim adlı kitapta toplayan C.  Tuğal da bu tespiti ortaya koymaktadır (2010). Çalışmasında, İstanbul’da daha çok 1990 sonrası göçlerle oluşmuş, alt sınıfa mensup farklı etnik unsurlardan meydana gelen Sultanbeyli ilçesinde yapılan araştırma ve görüşmelerden hareketle, radikal İslami duruşa sahip kitlelerin AKP iktidarı boyunca liberal, devletçi ve Türk milliyetçisi bir tahayyüle doğru evrilişi anlatılmaktadır. Tüm bu süreçler Gramsci’nin hegemonya yaklaşımı ve Pasif Devrim kavramı üzerinden ortaya konulmaktadır. Ancak bir yandan böylesi bir durum yaşanırken öte yandan ilçede yaşayan Kürt kitlesi ile diğer etnik unsurlar arasındaki makasın da gittikçe açıldığı vurgulanmaktadır. Kürtler, süren çatışmaların ve bu çatışma sürecinin medya üzerinden aktarımlarının üzerinden kendilerine karşı ortaya çıkan ve kimisi ırkçı saldırılarla görünür olan bir dışlanma durumuyla karşı karşıya kalmaktadırlar (Saraçoğlu; 2011). Topluma öncülük eden politik karakterlerin, devletin Diyanet kurumu ve uzantılarının din üzerinden yaptıkları açıklamalardaki ötekileştiren ve dışlama pratiklerine alan açan söylemleriyle de birleştiğinde, bu durum Kürtler nezdinde de bir kopuşa ve uzaklaşmaya, kendi içine dönmeye yol açmaktadır. Benzer fotoğrafı dindar Kürt kitleleri arasında yoğunca görmek mümkünken, dindar olmayan Kürtler açısından da benzer bir tablo ortaya çıkmaktadır. Din üzerinden yaşanan çatışmanın toplumsal zemindeki yansıması ise nihayetinde, farklı etnik kökene sahip iki unsurun –Kürtlük ve Türklük- kendilerini yeniden üretmeleri biçiminde olmaktadır.
Sonuç Yerine:
Etnik kimliğin inşa edilmesi sürecinde çatışma kavramı, farklı aidiyetlere sahip unsurların dini inanış ve ritüel farklılıklarını ortaya koyan anahtar bir kavram olarak düşünülmeye değer bir yaklaşımdır. Diğer yandan çatışma kavramı, farklılıkların bir arada yaşaması ve karşılıklı olarak kendisini yeniden üretmeye işaret ederek kentsel alandaki heterojen etnik, dinsel ve politik unsurların birlikte yaşayabilmelerine olanak sunmaktadır. Ancak bu süreçlerin politik ayrışmalara ve baskın unsurun diğerlerini devlet ve iktidar gücü üzerinden baskılaması, dışlaması veya ötekileştiren bir tutum izlemesi de beraberinde iki yanlı bir daralma, içe kapanma ve milliyetçiliğin ivme kazanması sonucuna götürmektedir.


Kaynakça:
Saraçoğlu, Cenk (2011), Şehir Orta Sınıf ve Kürtler, İletişim Yayınları, İstanbul.
Simmel, Georg (2009), Bireysellik ve Kültür, Metis Yayınları, İstanbul.
Şahin, Sinan (2011), Kimin İslamı, Aram Yayınları, İstanbul.
Tok, Nafiz (2003), Kültür Kimlik ve Siyaset, Ayrıntı Yayınları, İstanbul

Tuğal, Cihan (2010), Pasif Devrim İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder