“BİR DİL
YARATMAK”:
SÜRGÜNDE
DOĞAN MODERN KÜRT EDEBİYATININ “DENGBEJ”İ MEHMED UZUN
“Ey Dicle! Kaderim, çığlığım… Biz
gidiyoruz, ben gidiyorum. Bırakma ey
Dicle, bırakma!...”
(Uzun,
2003a: 233)
Giriş
Bu çalışma, Kürt edebiyatının tarihsel ve aktüel
gelişim süreçlerine, bu süreçlerin temel ayırt edici özelliklerine ve bu
bağlamda edebi yapıtları en fazla ilgi gören Mehmed Uzun’un modern Kürt
edebiyatındaki yerine dair tartışmalar geliştirmeyi hedeflemektedir. Bir Kürt
edebiyatçı olarak yapıtlarının hemen hepsini sürgün ve mülteci olarak yaşadığı Avrupa’da
kaleme alan Uzun’un bazı yapıtlarındaki izlekler ışığında, sürgünde doğan
modern Kürt edebiyatı irdelenmeye çalışılacaktır. Mehmed Uzun’un kişisel sürgünlüğü, aynı
zamanda Kürtlerin halk olarak yaşadığı sürgünlüğün de anlatısıdır. Bundan
dolayı “sürgünlük” anlatıları Uzun’un birçok romanında öne çıkan izleklerden
biri olmaktadır. Bu yapıtlardaki sürgün anlatıları belli noktalardan ele
alınarak sürgünlüğün edebiyatçı Mehmed Uzun için ve daha genelde Kürtler için
ne gibi anlamlar ifade ettiği ve bunların roman kurgularına yansıtılma
biçimleri ele alınacaktır.
Parçalanmış Coğrafyanın Edebiyatı
Kürt edebiyatına tarihsel bir perspektifle
bakıldığında yazılı edebiyatın gelişip kurumlaş(a)madığı ve yazılı edebiyat
ürünlerinin sayısının oldukça zayıf ve yetersiz olduğu hemen göze çarpar. Son
yıllarda bu konuda belirli bir ilerleme durumundan söz etmek mümkün olsa da,
Kürt edebiyatında hakim olanın, sözlü kültür ve sözlü edebiyat olduğu bilinen
bir gerçektir. Kendisini sözlü kültür içinde korumayı başarabilmiş olan Kürt
dili ve edebiyatı, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren yazılı edebiyat
türlerine aktarılma sürecine girmiş ve bu alanda belli mesafeler katetmiştir.
Kürtler’in ortak bir ulusal dil ve edebiyatı
oluşturamamış olmasının ardında, yaşadıkları coğrafyadan kaynaklanan
nedenlerden daha ziyade siyasal faktörler rol oynamaktadır. Kürtler’in “…parçalanmış coğrafi yapı üzerinde farklı
devlet sınırları dahilinde, farklı toplumsal kesimler biçiminde (aşiretler,
mezhepler…), farklı lehçelere sahip örgütsüz ve birleştirici aidiyet
unsurlarından yoksun bir toplum gerçeği (Fırat, 2004: 86) bu parçalanmışlığı
anlatmaktadır. Etkileri son yıllarda azalmış olsa da bu durumun halen devam
ettiğini söylemek mümkündür. Ancak dört egemen devlet arasında bölünmüş olan
bir coğrafyada yaşayan Kürtler, bulundukları devletlerin resmi dilleriyle
yaşamak zorunda olduğundan ve kendi anadillerine dair yasakçı, asimilasyoncu
politikalardan dolayı ulusal bir dilin inşası gerçek anlamıyla tamamlanmış
değildir. Kürtçe’nin resmi bir dil olarak tanınmaması ve Kürtlerin, yaşadıkları
ülkelerdeki dillerde eğitim öğretim görmeleri, ortaya çıkan sınırlı sayıdaki
edebi yapıtın da tartışılmasına yol açmaktadır. Nuri Fırat bu konuda dört
egemen devletin düşünce ve dil kalıplarından etkilenilenilerek yapılan
edebiyatın ne derece “ulusal” bir nitelik arz edeceğini sorgulamaktadır: “Kürt
toplumunun farklı egemen kültürlerin hakimiyetinde bulunmasının etkisi
edebiyata da yansımıştır. Arapça, Türkçe, Farsça yazımının hakim hale
gelmesinden, Kürt edebiyatçıların vurguladıkları önemli bir husus olan egemen
kültür kalıplarıyla düşünmeye, dil ve eğitim sorunlarının oluşmasına değin
birçok problem çıkmaktadır karşımıza.” (Fırat, 2004) Egemen devletlerin dil ve
kültür kodlarından etkilenmek bir yana, Kürtler üç farklı alfabe kullanmak
durumunda kalmışlardır. Bugün de aynı süreç devam etmekte ve aynı halk, farklı
ülkelerin hakimiyetinde Latin, Arap ve Kiril alfabelerini kullanmayı
sürdürmektedir. Bu durum, Kürt dilinin gelişmesi ve standartlaşması önünde
temel bir engel teşkil etmektedir.
Kürt edebiyatı bölgede yüzyıllardır devam etmekte olan
etnik, dinsel ve mezhepsel çatışmalardan
en fazla etkilenen alanlardan biri olmuştur. “Kürtlerin yaşadığı
bölgenin siyasal gerçekliği, birbirlerine yaptıkları karşılıklı etkiye rağmen
açıkça tanımlanmış sınırlarıyla bir Kürt ulusu yaratamamış farklı, ayrılmış ve
parçalanmış milliyetçi hareketlere neden olmuştur (Ahmedzade, 2004: 156). Bunca farklı kültürel, siyasal ve bir
dereceye kadar toplumsal oluşumlara tabi
kılınan Kürtler, doğal olarak tek bir ulusal dil, kimlik ve bunların edebi
yapıtlarını yaratmak yolunda başarılı olamamışlardır. Kürtlerin yaşadığı dört
ülkenin temel çabası da, onları kendi devlet sınırları içerisinde soğurmaya
kilitlenmek biçiminde bir politika çerçevesinde gelişmiştir. Bunu yaparken,
Kürtleri kendilerinin henüz oluşum
aşamasındaki ulusal kimlik ve kültürlerinin bütünleşik bir parçası kılmaya
çalışmışlardır. Bu politikalar zaman içinde değişimler geçirmiş olsa da Kürt
dili ve edebiyatının bugüne yansıyan sorunlarının temelinde yatan, söz konusu
politikalar olmuştur.
Sürgünde Edebiyat Yapmak
Kürtçe yazmanın, Kürtler adına her türlü faaliyetler
yapmanın ağır bedeller ödemekle eşdeğer
olduğu Türkiye, İran, Irak ve Suriye’den Avrupa ülkeleri başta olmak üzere
diğer pek çok farklı ülkeye doğru yaşanan kitlesel göçün, Kürt edebiyatında
önemli bir dönüm noktasını teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Her parçada tarihsel
süreç içerisinde çok sınırlı sayıda edebiyat yapıtı ortaya çıkarılmış olsa da,
bunların baskı ve yasaklamalar altında yayınlanabilmiş, birbirlerinden kopuk ve
az sayıda insana ulaşabilmiş olması gibi nedenlerden ötürü etkileri son derece
zayıf kalmıştır. Kürt dili, kültürü üzerindeki baskı ve engeller diasporada
ortadan kalktığından, modern Kürt edebiyatı da Kürt coğrafyasının çok uzağında
ortaya çıkmış ve gelişim göstermiştir. Kürt coğrafyasındaki siyasal olaylardan
en fazla etkilenen aydın kesim, sürgün olduğu ülkelerdeki özgür ortamların
etkisiyle özellikle son otuz yıl içinde sayısız kültürel ve edebi yapıt ortaya
çıkarmış ve konjonktürün değişmesinden yararlanılarak bu ürünler Kürtler’in
yaşadığı dört ülkede yaşayan halka da ulaştırılmıştır. Bunda konjonktür
değişimi kadar, kitle iletişim araçlarında yaşanan ilerlemelerin de katkısı
büyüktür.
Sürgünde Kürtçe edebiyat yapıtları üretmiş ve bu anlamda
Kürt edebiyatına katkıları tartışmasız olan birçok yazar arasında en önde
gelenler Erebe Şemo, Mahmut Baksi, Nuri
Şemdin, Şahine Bekire Sorekli, Hesene Mete, Fırat Ceweri, Lokman Polat, Fewraz
Husen, Rıza Çolpan, Mihemed Mukri, Medeni Ferho’ yu söylemek mümkündür (Uzun,
2006a: 151). Ancak modern Kürt edebiyatı ve özellikle de roman denildiğinde
akla gelen ilk isim Mehmed Uzun’dur. Yaşamının büyük bir kısmını Avrupa’da
geçiren Uzun, yazdığı romanlarla, kendinden önceki tüm Kürtçe roman yazarlarından
daha fazla tanınmış, yapıtları Kürtlerin
yaşadığı ülkelerin dillerine ve farklı dillere çevrilerek Kürtlerin en tanınan
edebiyatçısı, roman yazarı haline gelmiştir. Uzun, “Kürt edebiyatı, bir var
olma mücadelesidir” (Uzun, 2006b)
cümlesiyle kendi yazarlık serüvenini de özetlemektedir. Edebiyat her ne
kadar siyasetten bağımsız bir alan olsa da Kürtçe edebiyat yapmanın en temelde
“politik” olduğu kabul edildiğinde ve Kürtlerin dört ayrı devlet sınırları
içinde maruz bırakıldıkları kültürel asimilasyon düşünüldüğünde, Mehmed Uzun’un
Kürt edebiyatı için olduğu kadar, Kürt ulusal hareketi için de son derece
önemli bir yerde bulunduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Edebiyata Adanmış Bir Ömür
Mehmed Uzun 1953’te Siverek’te doğdu. Liseye kadar
öğrenimini burada tamamladı. Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’na devam
ederken 12 Mart Muhtırası gerçekleşti ve sosyalistlere, Kürtler’e, muhalif
kesimlere yönelen sürek avında tutuklandı (1972). İki seneye yakın Ankara ve
Diyarbakır Askeri Cezaevlerinde tutuklu kaldıktan sonra, 1974’teki genel af
sonrasında serbest kaldı.
Cezaevinden sonra Ankara’da Kürtçe-Türkçe yayın yapan
Rızgari Dergisi’nde redaktörlük ve yayın
yönetmenliği yaptı. Dergide kendisi de Türkçe ve Kürtçe yazılar, şiirler
yayınladı. Ancak yayınlanan bir yazısından dolayı 1976’da yeniden tutuklandı ve
bu kez hapishanede sekiz ay geçirdikten sonra serbest kaldı.
Bu yıllarda Türkiye’de yaşamanın imkanı kalmamıştı
Uzun için. Sürekli gözaltılar, her an ölümle karşı karşıya bulunmak, süren
davalar onu da diğer birçok muhalif aydın ve entelektüel gibi yurtdışına
çıkmaya zorlamaktaydı. Bunun sonucunda 1977’de kaçak yollardan önce Suriye’ye
ve oradan da hayatının bundan sonraki kısmını geçireceği İsveç’e gider. Mehmed
Uzun bu yılları “Dil yasak, kimlik yasak, gelsin ceza, serbest olan ise
asimilasyon cenderesi. Gerisi sürgün, hasret ve ızdırap. (Uzun, 2006a: 43) olarak anlatmaktadır.
Mehmed Uzun, edebi çalışmalarına sürgün olduğu ülkenin
özgür koşullarında daha yoğun olarak devam etti. İsveç’te 1979’dan itibaren Azadiya Kurdistan, Hevi, Kurmanci, 90-TAL
(İsveç dergisi) gibi dergilerde yöneticilik ve yazarlık yaptı. İsveç ve Uluslararası PEN Kulübü, Dünya Gazeteciler
Birliği üyeliği yaptı. 1992’de tekrar
Türk vatandaşlığı statüsüne alınan Mehmed Uzun, yapıtlarının Türkçe’ye
çevrilmesiyle burada büyük bir okur kitlesine ulaştı. Uzun yıllar boyunca
gördüğü kanser tedavisinin yanıt
vermemesi üzerine İsveç’ten Diyarbakır’a döndü ve Ekim 2007’de burada yaşama
gözlerini yumdu (Uluçay, 2005: 10-11).
Edebiyat yaşamı boyunca roman, deneme, inceleme, antoloji gibi
alanlarda pek çok eser veren Uzun, uluslararası ödüller almış; Kürt diline ve
edebiyatına yaptığı katkılarla önemli bir yer edinmiştir. Kendinden önceki Kürt edebiyatçılarının
eserlerini ve sözlü Kürt kültürü ürünlerini inceleyerek, bunları modern
edebiyatla sentezlemiş ve eserlerine yansıtmıştır. Bu yüzden yapıtları modern
olduğu kadar mistik, geleneksel dil ve anlatıyı da barındırmaktadır. Kendisini
“çok dilli, çok kültürlü bir yazar” olarak niteleyen Uzun bunu şöyle ifade
etmektedir: “ Birkaç dil ile yazıyor, birçok dil ile okuyor, devamlı birkaç dil
ile düşünüyor ve yaşıyorum. Türkiyeli Kürdüm ve ömrümün yarısından fazla bir
bölümünü Avrupa’da, İsveç ve İskandinavya’da geçirdim. Hem Mezopotamya,
Anadolu, Ege kültür mirası hem de Avrupa ve İskandinavya edebiyatları ve anlatı
gelenekleri yaşamım ve yazarlığım için çok önemli” (Uzun, 2006c: 168). Türkçe
ve Kürtçe’nin lehçeleri dışında, İsveççe, Fransızca, İngilizce dillerini
öğrenen ve bu dillerin edebiyatını okuyan bir yazar olarak Uzun’un kendisini evrensellikle nitelemesi böylece daha anlaşılır olmaktadır.
Sürgünde Sürgünlüğü Anlatmak
Sürgün edebiyatın en temel özelliği, onun geriye
dönüklüğünde kendini gösterir. Kişisel yaşantılarda olduğu gibi edebiyat
yapıtlarında da geriye dönük olma, zorla kopartıldığı topraklara ve oradaki
yaşama dair hep bir özlem ve bağları koruma güdüsü hakim olmaktadır. Mehmed
Uzun, sürgün olduğu ilk beş yıllık zaman diliminde yeni bulunduğu ülkeye dair,
orayı çağrıştıran hiçbir rüya dahi gör(e)mediğini söylerken bunu
doğrulamaktadır. Sürgün bir “yersizyurtsuzlaşma” sürecidir. Toplumun içinden
çıkan birey, sürgüne gittiğinde dahi kendi varlığının ait olduğu toplumsal
varlıktan koparamamaktadır (Akay, 1996: 72). Yersizyurtsuzlaşan sürgün, kendisiyle
beraber getirdiği kimlik ve değerleri yeni mekanın değerleri ve yaşamıyla zaman
çerisinde harmanlayarak yeniden kurmakta ve “yerineyurduna” sokma çabası
içerisine girmektedir.
Vatanından, sevdiği insanlardan, renklerden,
kokulardan kopmak zorunda bırakılan insanın ve edebiyatçının bunu nasıl
yaşadığını Uzun şöyle anlatmaktadır: “ Sürgün bir ayrılıktır, bir hüzündür.
İnsani olmayan, ağır bir cezadır. Yaşanmış, çok iyi bilinen uzun bir zaman
kesitini, daha doğrusu bir yaşamı geride bırakmaktır. İstemeyerek, zorlanarak…
Hem Ovidius hem de Mevlana Halid sürekli
anıların gölgesiyle yaşadılar. Kendi zamanlarını değil, geride kalmış,kaybolmuş
bir zamanı yaşadılar. Tam da Marcel Proust’un ünlü eserine verdiği isim gibi,
onlar yitmiş bir zamanın peşine düştüler… Sanırım bu nedenle, Ovidius Roma’yı,
Mevlana Halid Şarezor’u, James Joyce Dublin’i ve diğer sürgün yazarları
doğdukları, büyüdükleri yerleri, o yerlerin ve şehirlerin çok uzağındaki sürgün
merkezlerinde, anlatılamayacak bir yoğunlukla yaşadılar ve o yaşamı bir edebi
derinlikle anlattılar. Onlar bir geçmişi yeniden yaratarak, geleceğin ölümsüz
isimleri haline geldiler” (Uzun, 1996: 53).
Hemen hemen tüm yapıtlarında sürgünlüğün derin
yaraları göze çarpan Uzun, Kürtlerin sözlü ve yazılı tarih anlatılarında,
dengbej[1] hikayelerinde bulunan
sürgünlükleri yapıtlarına aktarmakta ve kahramanlarının yaşamlarında bu
sürgünlükleri dile getirmektedir. Sürgünü edebileştirmekten söz ederken
Rilke’ye atıfta bulunmaktadır Uzun.” …ayrılık ve sürgün bir solma ve çiçeklenmedir”.
Bir ölümdür sürgün ve yanı sıra bir yeniden doğuştur. Zamanla mekanın tümden
unutulduğu renkli bir geçide benzetirken orada dünün, bugünün ve yarının iç içe
ve bir arada bulunduğunu dile getirmektedir. ”Orada insanlar, diller,
kültürler, alışkanlıklar ve gelenekler karşılaşmaktadır. Orada insanın tarihini
geleceğini yumuşak sözlerle tasvir eden sonsuz bir destan söylenmektedir”
(Uzun,1996: 57).
Sürgünün trajedisini anlatan bir diğer sürgünde
yaşamış entelektüel de Edward Said’dir. Said’in sürgün üzerine yazdıkları
Mehmed Uzun ve diğer tüm sürgün edebiyatçılarının ortak yanına işaret
etmektedir: “… sürgün bir arada kalma durumundadır, ne yeni ortamıyla tamamen
birleşebilir ne de eskisinden tamamen kopabilir, ne bağlanmışlıkları tamdır ne
de kopmuşlukları, bir düzeyde nostaljik ve duygusalca bir başka düzeyde
becerikli bir taklitçi ya da gizlice toplum dışına atılmış biridir” (Said,
1996: 82).
Mehmed Uzun, bir edebiyatçı olarak sürgünlüğün
ötesinde; yasaklanmış, yok sayılmış bir dilin ve bu dilde yazılmış (ki burada da birden fazla alfabe ve lehçe
söz konusudur) son derece sınırlı sayıdaki edebi metnin olduğu bir alanda,
yazınsal faaliyetlerini sürdürmek durumunda kalmıştır. O yüzden edebi
yapıtların yaratılmasından daha önce, bir edebiyat dilinin ortaya çıkarılması
çabası gerekmektedir. Uzun’un otuz yıla yakın edebiyat hayatında başardığı
şeylerden biri de Kürtçe’nin edebiyat dili olarak, roman ve şiir dili olarak
kabul edilmesi ve bu alanda belli bir literatür oluşması anlamında yaptığı
katkılardır. Başka bir deyimle, onun yazma serüveni, aynı zamanda Kürt
edebiyatının da gelişimini ortaya koymaktadır. Bu sürecin ne derece meşakkatli
olduğunu da en iyi kendisi anlatır: “Kürtçe yazmaya başladığımda, yazdıklarım
her şeye benziyordu, Kürtçe’den başka. Onları her şekilde
isimlendirebilirdin,’Kürtçe metin’ demekten başka… başta yazdığım metinlere
bakamıyordum bile. O kadar eksiklerdi ki. Onlar Kürtçe yazılmaya çalışılmış
Türkçe metinler olarak görünüyor bana. Türkçe çok hakim. Kurgusuyla,
mantığıyla, cümle yapısıyla… bugün geriye dönüp baktığımda başlangıçtaki
zayıflıkların, eksikliklerin ve yanlışların çoğunu geride bıraktığımı
görüyorum. İlk başlarda dil, stil, estetik ve tekniğe ilişkin birçok zorluklar
vardır. Edebi, entelektüel dünyam dar, olanaklarım ise neredeyse hiç yoktu”
(Uzun, 2006a: 115,295).
Sürgünde yazmanın bir Kürt yazar için zorlu, sıkıntılı
ve de kılı kırk yaran bir çalışmayı, bunların da ötesinde duygusal bir
yalnızlığı olduğu açıktır. Uzun, bunları yapıtlarıyla aşmayı başarabilmiş ve
ülkesiyle, tarihiyle, halkıyla yapıtları aracılığıyla güçlü bir köprü kurmayı
başarmış ve böylelikle de Kürt edebiyat tarihindeki tartışmasız yerini
almıştır. Burada sürgün yazarı için avantaj olarak değerlendirilebilecek bir
konuya da vurgu yapmak gerekir. Sürgün yazar, şeylere hem geride bırakılanın
hem de şimdi ve burada olanın açısından baktığı için onları hiçbir zaman tecrit
edilmiş bir biçimde görmeyen çifte bir perspektife sahiptir (Said, 1996: 88).
Edebiyat açısından bu, düşünce ve tecrübelerin karşı karşıya konularak, eski ve
yeni üzerinden farklı bakış açılarını geliştirebilmenin kapılarını açar. Diğer
bir avantaj ise olay ve olguların salt şu andaki hallerini değil, onların
şimdiki hale geliş süreçlerini kavrama noktasında yazara verdiği imkandır. Bu yüzden
olsa gerek, dünya edebiyatı incelendiğinde sayısız önemli yazarın, şairin,
düşünürün, bestecinin sürgünde iken ortaya koyduğu yapıtlar, onların sanatsal
veya edebi anlamda en zirvede oldukları, olgunluğun ve kavrayış düzeyinin en
yüksek olduğu ürünler olduğu görülmektedir.[2]
Mehmed Uzun’un yapıtları Kürtler tarafından yoğun bir
ilgiyle karşılanmakta ve okunurken Kürt edebiyat çevreleri tarafından da
eleştiri süzgecinden geçirilmektedir. Eleştirilerde öne çıkan vurgu ise birkaç noktada
toplanmaktadır. Bunlardan ilki, Uzun’un kendisinin de özellikle ilk dönemleri
için dile getirdiği “başka dillerin kodlarıyla düşünmek ve bu kodlarla yazmak”
olarak özetlenebilecek eleştiridir (Uluçay, 2005: 154). Bu eleştiriyi Tüzün de şöyle
desteklemektedir: “Mehmed Uzun’un İsveç’ten yazması, yapıtlarının tüm edebi
niteliklerine rağmen, kendi topraklarından koparılması Avrupaî bir bakış
getirmektedir. Her ne kadar yerel üzerine yoğunlaşsa da M. Uzun yabancılaşmanın
izlerini taşımaktadır. …eserlerinde yerel egzotikleşmekte ve kahramanları da
hep yenilgili halleri ile sırıtmaktadır. Zira birey olarak kendi köklerinden
koparılması, edebiyatını da derinden etkilemektedir. Kürtçe yazması bu açığını
kapatamamaktadır (Tüzün, 2004: 35). Mülteci hayatın, kozmopolitizmin ve egemen
sınıf üyeleri ile kurulan empati ilişkisinin
Kürt aydın duruşu ve üretilen edebi yapıtlar üzerindeki etkisinin
çözümlenmesinden hareketle bu ve benzeri eleştiriler belli dönemlerde
yoğunlaşmıştır. Ancak çalışmanın başlarında ifade ettiğimiz bir olguyu burada
yeniden hatırlatmakta yarar bulunmaktadır. Kürt edebiyatı adına bir şeyler
yapmak demek, -kişi ne kadar kendini bundan soyutlarsa soyutlasın- en
nihayetinde politik bir duruştur. Benedict Anderson’dan ödünç alarak söylemek
gerekir ki, uluslaşma süreci ile ulusal dil ve edebiyatın oluşturulma süreci
bir arada yürüyen ve birbirine tesirleri son derece yoğun olan iki süreçtir.
Dolayısıyla Mehmed Uzun’a getirilen eleştirilerin bir çoğunda aslında politik
argümanlardan kaynaklanan savlar dile
getirilmektedir. Bunu dile getiren Uzun: “Kürtlerin durumundan dolayı ‘herkes
benden bir angajman istiyor.’ Siyasi etkinliklere katılmamı, alkışlamamı, bir
örgüte, ideolojiye girmemi, bir liderin istediği gibi yazıp etkinlik yapmamı
istiyorlar. Bunların hiçbirini yapamıyorum. Benim işim, iyi bir Kürt romanı
yaratmaktır” (Uzun (2006a: 105) demektedir. Uzun, politik duruşunu romanlarında
zaten kurduğu evren aracılığıyla ortaya koyduğunu, kendisi için bunun aracının
da dil ve edebiyat olduğunu vurgulamaktadır:”Ben angajeyim, edebiyat ile
angajeyim. Dilim, kimliğim yasak olduğu için cezaevinde yattım, sürgüne çıktım,
15 yıl ülkeme dönemedim” (Uzun, 2006a: 27).
Mehmed Uzun’un Yapıtlarında Sürgünlük
Anlatıları
Mehmed Uzun’un edebiyat yapıtları, kendisinin de
yaşadığı ve Kürt halkının nerdeyse dörtte birinin yazgısını paylaştığı
sürgünlük anlatılarıyla örülüdür (Ahmedzade, 2004: 195-196). Romanlarında tarihsel
süreçleri; Kürdistan’da yaşanan isyanları, katliamları, göçleri, aşkları,
dengbejlerin destanlarını, umutsuz sürgünlükleri, kimlik çatışmalarını, dinsel
ve mezhepsel farklılıkları anlatmaktadır. Uzun, bilinçli bir tavırla Kürt
halkının ve aydınlarının tarihini işlemeye öncelik vermektedir. Yeni bir
edebiyatın bir dile olduğu kadar, bir tarihe ve kültüre de dayanması gerektiği
düşüncesinden hareket eden Uzun, romanlarında tema olarak Kürtlerin unutulmuş
ve unutturulmak istenen tarihine ışık tutmaktadır. Bununla, unutturulmak
istenen bir geçmişin içinden dramatik ve hazin sonlarıyla bugüne seslenen
kahramanları hatırlatır. (Türkeş, 2007: 254).
Romanlarda dile gelen trajik anlatılar, bugünün de sorunsallarının da temelinde
yatan konulardır Uzun’a göre. Bütün bu trajik olayları, acıları öfkenin ve
kinin diliyle değil; sevginin, aşkın ve
barışın diliyle anlatır romanlarında.
Mehmed Uzun’un yayınlanan ilk romanı
Tu (Türkçe’ye “Sen” olarak çevrilip yayınlanmıştır) bir şehir anlatısıdır.
Diyarbakır, şehir olarak romanın da baş kişisidir. Romanda bu kentte
yaşananlardan kurulu anlatı, bir yerde Uzun’un sürgüne giderken geride
bıraktığı kentin ve bu kentin yaşayanlarının hayatlarını anlatan bir kesittir.
Mehmed Uzun’un sürgünlüğe başladıktan sonraki yazdığı ilk romanın Diyarbakır
üzerine olması, Diyarbakır’ı başkişi olarak kurgulaması kuşkusuz anlamlıdır.
Sürgünlüğünün bittiği ve doğduğu topraklara döndüğünde ilk kez ayak bastığı
yerin de Diyarbakır olması bu kanıyı desteklemektedir. Keza ölümünden sonra bu
kente gömülmeyi vasiyet etmiş olan Uzun, nihayetinde bu muradına ulaşmıştır.
Romanın kurgusu ve olay örgüsünde olmasa da, kente dair anlatıların genelinde
sürgünlüğün izlerini bulmak mümkündür. “Diyarbakır var ya bu Diyarbakır,
yurdumuzun güzelliğidir, yürek ağarımızdır. Hem yaşama umudumuz, hem
beynimizdeki sancımızdır. Acayip bir şehirdir. Kadim ve hünerlidir. Sestir,
renktir, aydınlıktır, acıdır, güzelliktir” (Uzun, 2006: 97) biçimindeki
ifadeden de anlıyoruz ki, bu aynı zamanda yazarın koparılıp uzaklara savrulduğu
bir kente karşı duyduğu özlemi ve hasreti de anlatmaktadır.
Mirina Kaleki Rind (“Yaşlı Rind’in
Ölümü “adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir) romanı için Mehmed Uzun’un kendisini anlattığı yapıt
değerlendirmesi yapılmaktadır (Kaya, 2007: 380). Ülkesinden kaçan Kürt Serdar
Azad’ın ve Serdar’ın sınırda konaklamak için gittiği köyde karşılaştığı Yaşlı
Rind’in kesişen, benzeşen, ayrışan hikayeleri anlatılır romanda. Bir yanda
ülkesinden henüz yeni kopmak zorunda kalan Serdar Azad; diğer yanda ise nice
ülkeler gezdikten, nice diller öğrendikten sonra bu ıssız sınır köyüne yerleşen
dervişin, Yaşlı Rind’in hikayeleri. Kimlikler, aidiyetler, sürgünlükler,
göçmenlikler, ülke özlemlerinin dile getirildiği ve Yaşlı Rind’in şiirsel
dilinin, ustaca çaldığı kavalından yükselen ezgilerinin yoğunca işlendiği bir
yapıttır bu. Yaşlı Rind’le konuşmalarından edindikleriyle, bundan sonraki
sürgünlük yaşamına dair güzergahını da belirlemektedir Serdar Azad. Romanda
Serdar Azad’ın sürgün olduktan sonraki yıllarda İsveç’e yerleştiği ve yazmaya
başladığı bilgisinden ve yine Mehmed Uzun’un da yurt dışına bu bölgeden kaçak
olarak önce Suriye ve ardından Avrupa’ya gittiğini bildiğimizden, romanın bir
yerde onun kendi sürgünlük anlatısı olduğu da anlaşılmaktadır.
Mehmed Uzun’un en çok bilinen
romanlarından biri olan Siya Evine’de (“Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” ismiyle
Türkçe’de yayınlanmıştır) kurgu yine bir
sürgünlük anlatısı etrafında örülmektedir. Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından
Türkiye’den sürgün edilen Kürt aydını Memduh Selim Bey’in yaşamı
anlatılmaktadır romanda. Sürgün edildikten sonra doğup büyüdüğü ülkesinin,
gençliğini ve okul yıllarını geçirdiği İstanbul’un özlemiyle yaşayan; dönüş
umudunu yitirmemek için çırpınan bir Kürt aydınıdır Memduh Selim. Şam’da
hayatının tek aşkıyla, “ayın ondördü” Ceylan’ıyla kalmak ya da ülkesinin
dağlarında yükselen isyana katılması için yapılan çağrılara katılmak arasında
kalan Memduh Selim, ikincisini seçecek ancak her iki seçiminde de yenilecektir
nihayetinde. İsyan (Ağrı Dağı İsyanı) kanla bastırılıp yeniden kaçak bir sürgün
olarak Suriye’ye döndüğünde sevdiği kızın başka biriyle evlendirilmiş olduğunu
öğrenir. Artık tüm savaşları kaybetmiş biridir Memduh Selim. Ülkesi kana
bulanmış, dönüş umutları tamamen sönmüşken, aşktan ve sevgiden de dönmemecesine
sürgün edildiğini öğrenmiştir. Bundan sonra hayatının son demine değin
yalnızlıkla, yurduna ve orada bıraktıklarına, kaybettiği aşkına duyduğu özlem
ve hayallerle yaşayacaktır. Roman, Memduh Selim’in bu trajik hayat hikayesinin
sonlanmasıyla tamamlanmaktadır.
Sürgün temasının yoğun olarak
işlendiği bir diğer Mehmed Uzun romanı Bira Qedere’dir (“Kader Kuyusu” olarak
çevrilip yayınlanmıştır). Roman, Kürt
edebiyatı ve tarihinin önemli bir figürü
olan Celadet Ali Bedirxan’ın yaşamöyküsünü anlatan biyografik bir yapıttır.
Celadet Ali, 19. Yüzyılın ortalarında Osmanlı’ya isyan ederek bir süre Kürtlerin yaşadığı toprakların büyük
kısmına hakim olmuş ve Osmanlı’nın isyanı bastırma harekatlarına karşı
koyduktan sonra, içeriden bir ihanet sonucunda yenilmiş olan Botan Miri
Bedirxan’ın torunudur. İsyan bastırıldıktan sonra Bedirxan’ın tüm ailesi ve
kendisi sürgüne yollanmıştır. Celadet
Ali Bedirxan da tıpkı babası gibi, ülkesinden çok uzaklarda, sürgünde doğmuş ve
büyümüş bir Kürt aydını, edebiyatçısıdır. 1951’de Şam’da hayata gözlerini yuman
Celadet Ali Bedirxan, yaşadığı dönemin Kürt aydınları arasında önemli yeri olan
bir Kürt şair, gazeteci, siyasetçi, yayıncı, dilbilimci, direnişçi ve yazardır.
Roman, Bedirxan’ın trajik sürgünlüğünü olduğu kadar; dönemi, dünya savaşını,
Kürt isyanınlarını, yenilgileri ve yaşanan çaresizlikleri de anlatan tarihsel
bir anlatı içermektedir.
Roni Mina Evine, Tari Mina Mirine
(“Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık” olarak Türkçe’de yayınlanmıştır),
Mehmed Uzun’un en fazla tartışmalara yol açan romanıdır. Kitabın
kahramanlarının sunuluşu ve bunlar arasında kurulan ilişkiler, edebiyattan çok
siyasal/ideolojik bir zeminde
tartışmalara yol açmıştır. Romanda az sayıdaki karakterlerden biri olan kadın direnişçi Kevok’un itirafçı olarak
sunuluşu ve onun ordu mensubu bir komutan olan Baz’la kurduğu ilişki, Mehmed
Uzun ve yapıtının uzun süre tartışılmasını beraberinde getirmiştir. Romanda
Kevok, Büyük ülkenin başkentinde üniversiteyi bitirip Dağlar ülkesindeki
direnişçilere katılan sevgilisi Jir’in ardından dağlara çıkar ve kendisi de onlara katılır. Daha sonra
komutanlığını bölgenin efsanevi subaylarından biri olan Baz’ın yaptığı
askerlerce ele geçer Kevok ve sorgu sürecinde itiraflarda bulunur. Yaşça
kendisinden çok büyük olan ve mutsuz bir evliliğin girdabında bulunan Baz’la Kevok’un aralarında farklı bir ilişki
gelişir ve bunun sonucunda Baz ordu güçlerinden kaçmak zorunda kalır. Kevok’u
da yanına alır ve ikisi birlikte bir sahil köyünde saklanırlar. Bu kaçışta
Kevok’la kurduğu duygusal ilişkinin yanı sıra, dağlarda süren mücadelenin
silahla çözülemeyeceğine dair oluşan inancı da rol oynamaktadır. Romanın finalinde ise Baz ve Kevok askerlerce
ele geçirilip infaz edileceklerdir. Romanın belki de en çarpıcı ve hikayenin
başlıca kesişim noktası ise bir yerinden edilme ve sürgünlük olayıdır. Kevok
daha henüz bir küçük çocukken ailesi köyünden zorla çıkarılmış ve sürgün
edilmişlerdir. Onun Jir’in ardından Dağlar ülkesine gitmesine yol açan tek
neden Jir değil, onun bir sürgün çocuğu olması ve bunun büyüttüğü kindir. En
trajik olansa, Kevok’u ve ailesini yerinden yurdundan edip sürgüne yollayan
askerlerin başında, hayal meyal hatırladığı komutanın bizzat Baz olmasıdır. Romanın
ilerleyen kısımlarında, aslında Baz’ın da Kevok’la benzer bir kaderi yaşamış;
yani ailesi kıyıma uğramış ve kimsesiz kaldığı için devletçe yetimhanede
büyütülüp sonradan orduya subay olarak yetiştirilmiş bir kişi olduğunu
öğreniyoruz. Çatışma, sürgün, aşk, ölüm… Roman, Mehmed Uzun’un on yıllardır
süren savaşa ve sürgünlere ve ölümlere dair mesajını da yansıtmaktadır: Bu
yangın sönsün!
Mehmed Uzun’un ele alacağımız son yapıtı
iki ciltlik Hawara Dicleye romanıdır (“Dicle’nin Yakarışı 1.cilt ve Dicle’nin Sürgünleri 2.cilt” olarak
yayınlanmış, daha sonra “Dicle’nin Sesi” olarak tek kitapta birleştirilerek
basılmıştır). Kitap, Mir Bedirhan’ın on altı yaşında tahta çıkışından, sürgüne
gidişine ve oradan ölümüne kadar geçen zamanları sese tutkun, sözü mekan bilen
Biro’nun dilinden anlatmaktadır. Mezopotamya coğrafyasında yaşayan halkların;
Yezidiler, Süryaniler, Araplar, Yahudiler, Nasturiler, Ermeniler, Türkler ve
Kürtlerin anlatısı yapılır romanda. Aşklara, imkansızlıklara, çaresizliklere,
kırımlara, ihanetlere, dostluklara dairdir dile gelenler. Anlatıcı kör dengbej
Biro’nun Ester’le olan kırılmış, çaresiz aşkları da romanın trajik örgüsünü
güçlendirmektedir. Romanın ikinci cildi kaybedenlerin hikayelerini anlatır;
kanla sulanan toprakları, dünyanın dört bir yanına savrulan insanları, sürgünde
boğulan büyük umutları… “Dicle, inle! De haydi Dicle, yenilgini türküsünü
söyle, inle! Biz gidiyoruz. Ey Dicle, kırık gönlüm için yeni türküler söyle.
Elveda ey Dicle, elveda! Dicle’nin kızıl ve yeşil toprağı elveda! Yer, gök, ay
ve güneş elveda! Sesimi terbiye eden, kalbimde çiçek açan, halkı birlikte tutan
Dicle elveda!”(Uzun, 2003a: 89-90)
Sonuç
Modern anlamda Kürt edebiyatına
beşiklik eden mekan; siyasal, coğrafi ve tarihsel nedenlerden ötürü, kendi
vatanından çok uzakta, Avrupa ülkelerinde olmuştur. Kürtlerin sözlü kültürünün
ve dillerinin gelişkinliğine rağmen,
yazınsal alanlarda ortaya konulan ürünlerin nicelik ve niteliksel azlığı da
yine bu nedenlerden kaynaklanmaktadır. Ancak son otuz yılda bu konuda kat
edilen çok ciddi bir mesafeden söz etmek mümkündür. Bu noktada hayatını
ülkesinde baskı, yasaklama ve hapis tehditleriyle dolu olarak geçirmektense
sürgünlük yaşamayı tercih ederek Avrupa’ya mülteci olarak gitmiş ve burada
ürettiği yapıtlarla Kürt edebiyatına sunduğu katkıları tartışmasız olan Mehmed
Uzun’un ayrı bir yeri bulunmaktadır. Modern Kürt romanının öncüsü olarak
tanımlayabileceğimiz Uzun, ömrünün son dönemlerini kanser hastalığıyla mücadele
içinde geçirmek zorunda kalmasına rağmen, edebiyat alanındaki çalışmalarını ara
vermeden sürdürmüş ve ölümüne dek bunun mücadelesini vermiş bir yazardır.
Mehmed Uzun, kendisinin de bir
sürgün edebiyatçısı olmasından da beslenerek, Kürtlerin tarihindeki
sürgünlüğün, göçlerin, yersizyurtsuzlaşmanın romanlarını kaleme almıştır.
Kişisel yazgısı ile halkının tarihini edebi bir sentez olarak bütünleştirmiş ve
bu konuda birçok eser ortaya koymuştur.
Kuşkusuz böylesine dar kapsamlı bir
çalışmada Uzun’un edebiyat anlayışı ve yapıtlarını edebi bir süzgeçten
geçirerek değerlendirmenin imkanı bulunmamaktadır. Bu konuda çok daha uzun erimli
ve detaylı bir inceleme yapma gereği açıktır. Ancak onun bir edebiyatçı olarak
sürgünlük adına yaşadıkları, kaleme aldıkları ve belli yapıtlarındaki sürgünlük
izleklerine işaret etmek gibi bir gaye edinen bu çalışma, Mehmed Uzun ve onun
yapıtlarını anlama konusunda sadece bir ön giriş olarak kabul edilebilir.
KAYNAKÇA
Ahmedzade,
Haşim (2004), Ulus ve Roman, Peri Yayınları, İstanbul.
Akay,
Ali (1996) “Sürgün Kimliği”, Sürgün Edebiyatı Edebiyat Sürgünleri içinde (der)
Andaç, F., Bağlam Yayınları, İstanbul.
Fırat,
Nuri (2004) “Toplumsal Durum Karşısında Edebiyat”, Vesta Dergisi, Sayı 2, Aram
Yayınları, İstanbul.
Kaya,
Ferzende (2007) Uzun Roman: Mehmed Uzun Portresi, Alfa Yayınları, İstanbul.
Said,
Edward (1996) “Entelektüel Sürgün: Göçmenler ve Marjinaller”, Sürgün Edebiyatı
Edebiyat Sürgünleri içinde (der) Andaç, F., Bağlam Yayınları, İstanbul.
Türkeş, A.Ömer (2007) “Mehmed Uzun’un Önemi”, Uzun
Roman: Mehmed Uzun Portresi içinde (der) Kaya, F., Alfa Yayınları, İstanbul.
Tüzün,
Özgür (2004) “Yabancılaşma ve Edebiyat”, Vesta Dergisi, Sayı 3-4, Aram
Yayınları, İstanbul.
Uluçay,
Ömer (2005) Mehmed Uzun Kitabı, Yom Yayınları, Şanlıurfa.
Uzun,
Mehmed (1996) “Bir Hüzündür Ayrılık”, Sürgün Edebiyatı Edebiyat Sürgünleri
içinde (der) Andaç, F., Bağlam Yayınları, İstanbul.
--- (2003a) Dicle’nin Sürgünleri,
Dicle’nin Sesi 2, İthaki Yayınları, İstanbul.
--- (2003b) Yitik Bir Aşkın Gölgesinde,
Gendaş Kültür Yayınları, İstanbul.
--- (2004) Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi
Karanlık, Gendaş Kültür Yayınları, İstanbul.
--- (2006a) Bir Dil Yaratmak, İthaki
Yayınları, İstanbul.
--- (2006b) Kürt Edebiyatına Giriş,
İthaki Yayınları, İstanbul.
--- (2006c) Zincirlenmiş Zamanlar
Zincirlenmiş Sözcükler, İthaki Yayınları, İstanbul
--- (2006) Sen, İthaki Yayınları,
İstanbul.
---
(2006) Dicle’nin Yakarışı, Dicle’nin Sesi 1, İthaki Yayınları, İstanbul.
---
(2006) Kader Kuyusu, İthaki Yayınları, İstanbul.
--- (2006) Yaşlı Rind’in Ölümü, İthaki
Yayınları, İstanbul.
[1]
Kürt halk ozanlarına verilen ad.(Deng: ses, Bej: söylemek anlamına gelir.)
Anadolu’da da var olduğu bilinen, köy köy gezip şarkı söyleme ekolünün
Kürtlerdeki biçimidir. Sözlü kültürün temel taşıyıcıları olan dengbejler,
enstrüman kullanmadan, saf insan sesiyle klam ve stranlarını söylerler.
[2]
Sürgün edebiyatına ve edebiyatçılarına dair geniş bir çalışma için Bknz: Sürgün
Edebiyatı Edebiyat Sürgünleri (1996), Derleyen;Feridun Andaç, Bağlam Yayınları,
İstanbul.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilHarrah's Resort SoCal Casino - Mapyro
YanıtlaSilGet directions, 부천 출장안마 reviews and information 양산 출장마사지 for Harrah's Resort SoCal Casino 안산 출장마사지 in El Cajon, CA. 영천 출장안마 Casino & Hotel - Valley Center, CA; 공주 출장마사지 Hotel - Harrah's